Tekne,
Güneş yavaş yavaş yükselirken, sıcaklık da aynı oranda artıyordu. Farzaan güneş ışıklarından korunmak için sürekli yüzüyle güneşin arasına eliyle set çekiyordu. Motor sesi bir anda azaldı. Teknenin hızı iyice düştü ve durdu. Ahmet ayağa kalkıp içeriye doğru iskele tarafından yürüdü. Kaptan o sırada merdivenlerden inip kapıya doğru geldi. Endişelendiği yüzüne yansıyan Ahmet ''Ne oldu kaptan niye durduk'' diyerek atıldı. ''Motorun biraz dinlenmesi lazım, yarım saat kadar bekleyelim sonra yola devam edeceğiz. Hem birazda balık tutarız belki.'' Dedi. Elinde tuttuğu plastik kabın kapağını açıp sancak tarafındaki koltuğun üstüne koydu. Köşede duran kovanın içinde küçük el büyüklüğündeki tahtaların üstüne sarılmış misinalardan oluşan oltalardan iki tane aldı. Plastik kabın içinde ki toprağın arasında onlarca solucanlar vardı. Bir kaçı hala canlıydı ve hareket ediyordu. Kaptan solucanları ince zarımsı kabuklarından ayırıp çengelli iğnelere birer birer taktı. Misinanın ucundaki kurşun üstündeki beş altı çengele saplanmış solucanlarla beraber denizin dibine doğru inmeye başladı. Kaptan misinayla sarılı tahtayı koltuğun üstüne bırakıp ipi yanı başında kendisini meraklı gözlerle izleyen Farzaan'a uzattı. Diğer misinayı da karşı taraftan kendisi denize bıraktı.
Parmaklarının ucunda hafif dokunuşlar hissetti Farzaan. Küçük balıklar solucanları kemiriyordu, yemi yutabilecek kadar şanssız değillerdi. Bir iki sert vuruştan sonra, misinanın ucunda bir balık çırpınmaya başladı. ''Oldu galiba, yakaladım! Yakaladım!'' diyerek savaş kazanmış bir şövalye gibi dikeldi. Hızlı davranarak ipi yukarı doğru çekmeye başladı. Misina oldukça derindeydi, yirmi otuz saniye kadar ipe asıldıktan sonra, hayal kırıklığına uğradı. İpin ucunda süzülen balık boyu on beş santimi geçmeyen ufak bir çipuraydı. Çengeli midesine kadar yutan balık, can havliyle denizin derinliklerine kaçıp kurtulmak için sarfettiği çırpınışların aksine küçük bir balıktı. Kaptan yine de bir aferin verdi ona.
Yaklaşık on beş dakikalık sabırlı bekleyişin ardından kaptan elinde ki sigarayı ani bir hareketle dudaklarının arasına yerleştirip ayağı kalktı. Olanca hızıyla kirli bez eldivenlerinin arasındaki misinayı çekmeye başladı. İki eliyle misinaya asılırken pandomim sanatçılarına benziyordu. Gerçekten bir pandomim ustası değil ise ipin ucunda tombul bir balık olmalıydı. Az sonra balık suyun yüzeyinde görünmeye başladı. Vücudu uzun, kuyrukları çatallı üç-dört kilo ağırlığında bir lüfer balığıydı. Derin suların en hızlı ve saldırgan balığıydı bu. Yakalamak için illa yem kullanmak şart değildi, küçük bir zokayla da avlanabilirdi. Gözüne kestirebildiği her şeye saldırırdı, küçük balıkların korkulu rüyasıydı adeta. Kaptan onu teknenin içine çekti. Balık teknenin içinde çırpınıp duruyordu. Güvertenin üstünde beş on saniye ahşap döşemede zıplayıp durduktan sonra, kaptan bir eliyle hayvanın kafasını sabitleyip diğeriyle ağzında ki çengeli çıkardı. İki eliyle balığı kavrayıp bel hizasına kaldırarak güvertede duran Ahmet ve Sirya'ya ''Güzel bir balık, şimdilik bir şeyler atıştırın bunu akşam yemeğine saklayacağız'' dedi.
Güneş neredeyse tam tepeye gelmişti. Tekne yeniden derin sularda yol alıyordu. Sirya tezgahın üstünde duran yarım metreden daha uzun balığı inceliyordu. Balığın karnı deşilmiş ve kaptan onu bütün iç organlarından arındırmıştı. Ahmet oturduğu kanepeden ''onu buzdolabına koysak daha iyi bu sıcakta bozulabilir'' dedi. Sirya iki parmağını balığın solungaçlarına geçirerek onu buzdolabına yerleştirdi. Farzaan tezgahın olduğu iskele tarafındaki kanepede Arapça yazılı bir kitap okuyordu. Ahmet bir süre onu izledikten sonra bir sigara yakıp dışarı çıktı. Teknenin ön tarafında ki baş bodoslamanın yanında durup eliyle saçlarını geriye doğru taradı. Bir ara kafasını kaldırıp dümenin başındaki kaptanı gördü. Kaptan onu el hareketiyle selamladı.
Ahmet tekrar mavi suları izlemeye koyuldu. Dalıp gitmişti. Sevkiyatın şu ana kadar sorunsuz geçmesi iyiydi, fakat İtalya kıyılarında son zamanlarda çok fazla mülteci yakalandığını biliyordu. Kuzey Afrika dan İtalya'ya geçmeye çalışırken alabora olan botlarda boğulan mültecilerin de haberleri tüm Dünya'da yankılanıyordu. Bu aralar hem İtalyan sahil güvenliği hem de uluslararası uyuşturucu ticaretine savaş açmış olan interpol işleri zorlaştırıyordu. Eğer yakalanırsa uyuşturucu ve insan ticaretinden yabancı bir hapishanede uzun süre mahkum olabilirdi. ''Bu son işim'' diye geçirdi içinden. Eğer sağ salim bu işten paçayı sıyırabilirse bir daha bu işi yapmayacaktı.
On yedi yaşında liseyi bitirdikten sonra, şehirler arası otobüs firmalarında muavinlik yaparken küçük çapta esrar işiyle başlamıştı kaçakçılığa. Sonraları Erbil-Diyarbakır arasında muavinliğe başlayınca uluslar arası kaçakçılarla da tanışmıştı. Esrar işinde çok fazla zorlanmıyordu. Hem ırak tarafında ki peşmergeler hem de türk askeri zaman zaman onu yakalasa da küçük rüşvetlerle olayı kapatabiliyordu. Ama eroin işi tehlikeliydi ve profesyonellik istiyordu. Bu onun üçüncü sevkiyatıydı. Her seferinde daha fazla heyecanlanıyordu. İşte bu sefer işin sonuna geldin, bu defa yakalanacaksın diyordu içinden bir ses. Şimdi yine her şeyin yolunda gitmesi için dua ediyordu. ''Bir daha olmayacak, bu son. Bunu da atlatırsam artık kendi yolumu çizeceğim'' diyordu kendi kendine. Arkasından kendine doğru gelen ayak seslerini duydu. Gelen Sirya'ydı.
''Ne yapıyorsun?'' dedi Sirya gülümseyerek.
''Hiç. Deniz çok güzel, insanın atlayıp yorulana kadar kulaç atası geliyor.''
''Yüzme biliyor musun?''
''Evet. Dicle'de öğrendim yüzmeyi ben.''
''Fransa da deniz var mı?''
''Var. Ama senin gideceğin şehirde yok. Yine de güzel şehirdir Paris. Geçen sene gitmiştim. Sıkılmazsın orda. Tabii yakalanıp sınır dışı edilmezsen''
Sirya usulca gülümsedi. Rüzgarda havalanıp duran saçlarını eliyle kulağının arkasına götürdü. Sol tarafında gözlerini kısmış denizi izleyen Ahmet'i göz ucuyla süzdü. Bir an göz göze geldiler. Mahçup bir tavırla ikisi de tekrar denizi izlemeye devam ettiler.
''Sen çok acaip bir adamsın'' dedi Sirya. ''Sanki her an başına bir şey gelecekmiş gibi duruyorsun.''
''İyi bir eğitim almadım. Düzenli bir işim yok, kaçakçılık yapıyorum. Böyle adamların başı her zaman belada olur. Ve her şeyden öte ben bir uyuşturucu satıcısıyım. Ama sen bunu duymamış ol.''
''Uyuşturucu pis iştir. Kendine başka bir iş bul. Bizim oradaki kaçakçıları sürekli vururlar. Ya da eninde sonunda cezaevine girerler.''
Saat 19:30 Kaptan öğlen yakaladığı lüferi halka halka doğramıştı. Halkaları mısır ununa buladıktan sonra ocaktaki kızgın tavada kızartmaya koyuldu. AHmet açlıktan sigara üstüne sigara içiyordu. Yine de balığı iştahal yemek için başka bir şey yemedi. Tavadan yayılan buhar bütün kamaranın üstünde gri bir bulut gibi yükselmişti. İçeriyi ağır bir balık kokusu sarmıştı. Kaptan kızarttığı balık halkalarını ekmeklerin içine koydu ve o şekilde servis etti diğerlerine. Renzo balığı parmaklarıyla koparıp yerken oldukça beğendiğini belli etmek için mimiklerini kullanıyordu. Ahmet de balığı çok beyenmişti. Ahmet ve Farzaan ardına ardına kaptana ''Eline sağlık'' dedi. ''Afiyet olsun'' dedi kaptan.''Ama bu son, tadını çıkarın. Bundan sonra dolapta ne varsa onu yiyeceksiniz.'' diye ekledi.
By"ÍG
ŞİMDİ OKUDUĞUN
''Cenneti Iskalamak''
General FictionEğer damdan düşer gibi bir travmanın, kaosun, fırtınanın, toz bulutunun ya da karanlığın ortasına düşerseniz, paniklemeyin! Bu bir yanılsamadır. Sadece bütünün parçasıdır, bir kesit, anlamsız bir kafa karışıklığı ya da büyük resmin küçük penceresidi...