Papatya

38 6 7
                                    

"Pardon anahtarınızı düşürdünüz." Yüzüme bakmadı. "Buyurun az önce anahtarınızı düşürdünüz." Koluna dokunarak son bir kez daha söyledim, "Hanımefendi anahtarınızı düşürdünüz buyurun." Kafasını bana doğru çevirdi, "teşekkür ederim." Soğuk tavrı şaşırtmamıştı.
"Rica ederim ne demek." Diye cevaplayıp gülümsedim. Gülümsemedi.

İki sokak ötedeki her sabah gittiğim kafeye giderken ki yol düşündürücüydü. Hatta fazla düşündürücü. Ferah bir sokaktı aslında. Belki fazla sakin hatta olması gerekenden daha sessiz ve küçüktü. Fakat kimsenin birbirini tanımadığı, iletişim kurmadığı; insanların yalnızca önüne bakarak yürüdüğü bir sokaktı.

Her mevsim de havası başkaydı bu sokağın. Sonbahar ise sanki yalnızca bu sokak için gerçekleşiyor gibiydi. Sonbahar.. evet beni anlatan en iyi kelimeydi.

Sonbaharın ne getireceğini bilemez insan. Çoğunlukla yağmurludur. Bazen sıcak, bazen ise buz gibi olur hava, sanırsınız kış gelmiş. Onu da görürüz bazen. Bir bakmışsınız kar yağıyor. Ya da sadece rüzgarlıdır. Ceket giyersiniz bir gün ama bakmışsınız öyle bir hava yok dışarıda. Tanımsız bir mevsim yani.

Çoğu insan sevmez sonbaharı. İlkbahar ile karşılaştırırlar genelde. Oysa bir düşünseler, ilkin sonu olmanın ne kadar zor olduğunu, acı verdiğini.
İlkbaharın, yazın bütün kahrını çekip en son da dayanamayıp kendini bırakan bir mevsim olduğunu. O yağmurun aslında yaşanmışlığın eseri olduğunu düşünseler hak ettiği değeri bulurdu sonbahar. Kitap okumak, film izlemek, kahve içmek, yürüyüşe çıkmak. Bunlar elbette her zaman yapılabilecek aktiviteler ama sonbaharda, işte orada sanki hepsine birer anlam katıyor. O yağmurun ıslattığı beden kurumaz. Çünkü gerçekleri gösterir. Ağlarsın mesela fark etmez kimse seni. O beden o yağmura aittir artık ve dinene kadar da geçmez ıslaklığı.

İki sokak ötedeki kafeden sonrası ise kasvetli bir sokağa açılıyordu. Belki fazla hareketli hatta gürültülü ve büyük.
En tuhafı ise herkesin birbirini tanıyor olması bu sokakta. Küçüklüğümden beri çok ilginç gelirdi bana. Tam tersi olması hep daha mantıklı gelirdi. Halbuki iki sokak, yalnızca 960 metre. İki sokak arası mesafe şehirler arasındaki değişimi veriyordu insana.
Hiçbir mevsim çekilmez gibi geliyor bana bu sokakta. Ne güven veriyor ne de mutluluk. Yoldan sapmak isteyenlerin gittiği ve genellikle merdiven altı işlerin döndüğü tekinsiz bir sokak. Ve ben bu iki sokak arasında farklı bir insan olarak yaşıyorum.

Çocukluğumdan beri ikisine de aşinayım aslında. Bana doğru ve yanlışın öğretildiği pek söylenemez. Ya da zaman yetersizdi. Ama bu sokağın yanlış olduğu her halinden belliydi. Dilan Sokak ile Tuzluk Sokağı. Ben herkesi tanıyorum, diğerlerinin aksine yani. Anahtarını düşüren kadın mesela. Senem. Adını seslenseydim dönüp bakması daha kısa sürerdi ama ben söylemeye çekindim. Gittikçe bu sokağa benzemeye başladım sanırım.

Hoş görülü ol, dediler bana hep. Yani annem öyle derdi. Kimseyi kırmaya değmez bu dünya derdi. İnsanların sana nasıl davranmasını istiyorsan öyle davran derdi. Ben de hep dinlerdim onu. Sanırım bu yüzden en korktuğum şey insanların hakkımda kötü şeyler düşünmesi. İyi bir izlenim bırakmaya çalışırım her zaman. Gülümserim, tebessüm ederim. Gamzelerim olduğundan işe de yaradığını düşünürüm açıkçası. Öldüğüm zaman iyi bir şekilde akıllara gelmeyi, unutulmamayı isterim.

"Takılma" derler bir de bana. "takılma Nehir, takılma. Önüne bak sen. Diğer insanların ne düşündüğü senin neden umurunda olsun ki?" Cevabını yalnızca içimde verebildiğim sorulardı bunlar.

Bu sokak böyleydi işte. Düşünceler ile geçip gidiyordu. Farklı farklı düşünceler.

Kafeye girdiğimde her zaman içtiğim ice latteden sipariş verdim ve her zaman ki yerime oturdum. Çantamdan çıkardığım şiir kitabımı elime alarak okumaya başladım. "Sevda Sözleri" Cemal Süreya en sevdiğim şairlerdendi. Edebiyat fakülteside sevdiğim bir hoca hediye etmişti kitabı da.

Amantes Amentes Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin