Biricik Cemre'me...
Bütün Cemre'lere...
Ve yüreğine Cemre Düşen Bütün Babalara...
Yakında on beş yaşına girecekti Cemre. Mayıs ayının sonlarıydı. Türk tarihinin zaferler ayı olan ağustos ayının ilk günü, onun doğum günüydü. Çocukluğundan beri şatafatı sevmiyor, her şeyin sadesini tercih ediyordu. Bu özelliğini bebeklik günlerinden beri sürdürüyor ve kayıtsız şartsız, hayatının her alanına yansıtıyordu. Bu yüzden doğum gününü, aile arasında ve dar kapsamlı olarak planladığı bir parti ile kutlamayı düşünüyordu. Ondan sonra da yoğun geçen günleri unutmak için bir süre dinlenecekti.
Cılız bir vücut yapısı olmasına rağmen göz alıcı bir güzelliğe sahipti. Bir melek maskı çıkarılabilecek zarafetteki kumral yüzünün, bütün kumralları kıskandıran ruhani bir hali vardı. Bu hali ve uzun boyu, dal gibi incecik bedenine ayrı bir güzellik katıyordu. Bal rengi gözleri ve doğuştan taranmış doğal bukleli upuzun saçları, âmâların bile dikkatini celbediyordu. En değerli pırlantaların bile onun güzelliğine katabileceği bir şey yoktu. Prenseslerin örnek alacağı kadar zarif, çiçek seralarının varlığını sorgulatacak kadar narindi. Sessiz masumiyetinin ona kazandırdığı doğal ama esrarlı bir gizemi vardı. Bu esrarlı gizem, daha bu yaşta onu çevresindekilerden bariz şekilde ayırıyordu. Beyazdan daha saf ve masum, siyahtan daha güçlü ve vakur, yeşil kadar ruhani ve huzurlu bir iç güzelliğine sahipti. Hanım hanımcık, çıtı pıtı, yirmi dört ayarlık gencecik bir kızdı. Şatafatı hiç sevmemesi ve benimsediği sade hayat tarzı, zaman zaman arkadaşlarının eleştirisine maruz kalsa da, bu hususta hiç taviz vermiyordu. Birçok konuda olduğu gibi, bu mütevazılığının da kalıtsal olarak babasından kendisine geçtiğini düşünüyordu. Ona özenerek ya da o söylediği için yaptığı her şeyi inanılmaz bir titizlikle uyguluyor, kendisini bu tavrından vazgeçirmeye çalışan herkese karşı, kimsenin anlayamadığı katı bir direnç gösteriyordu. Babasına karşı, kimselerin aklının ermediği büyük bir aşk besliyor, babasının da aynı yoğun duygularla kendisine bağlı olduğunu çok iyi biliyordu. Babasının kendisine karşı sergilediği tavır ve davranışlardan da bunu kolayca anlayabiliyordu. Babası, öyle çoğu babanın olduğu gibi sevgisini belli etmeyen, bilgiç ve tok karakterli biri değildi. Aksine, doğduğu günden beri bu narin kızı kucağından indirmiyordu. Sabahları işe giderken bir kez bile güzel kızını öpmeden evden çıktığı olmamıştı. Uyandırmamak için, başparmağının iç yüzeyi kadar olan minik yanağına kondurduğu üçlü buse, akşamı zor ederek tekrar eve geldiğinde, bütün yanağının ağzının içinde kaybolduğu kocaman öpücüklere dönüşüyordu. O kadar ki, bu boğucu öpücüklerinden küçücük kızın zarar görebileceği ihtimali bile vardı. Yatmadan önce ise, kızının minicik sağ elini avuçlarının içine alıyor, o küçücük avucunun içine çok özenli bir buse kondurduktan sonra, uykuya yolcu etmek üzere annesine teslim ediyordu. Zamanının çok büyük bir bölümünü onunla geçiriyor, ondan ayrı kalamadığı için hafta sonları bile evden dışarıya çıkmıyordu. Boş zamanı fazla olan bir işi olduğundan, kızına ayıracak zamanı da oldukça genişti. On beş yaşına gelen kocaman bir kız olsa da, babasının gözünde hala küçücük bir bebekti o. Bu yüzden, kızına karşı içinde büyüyen yoğun sevgi halesi hep devam ede gelmiş, koskoca kızı şapur şupur öpmekten hiç vazgeçmemişti. Cemre, bebekliğinde babasına "babiş" diye hitap ediyordu. Bebeksi masumiyetle söylediği ve her cümlenin başına özenle yerleştirdiği bu söz, çocukluğunda da devam etmişti. Hadi bunu herkes anlayabilir ve hatta hoş bile karşılayabilirdi. Ancak koca bir genç kız olmasına rağmen, halen ona çocuksu bir tarz ile "babiş" diye hitap etmesi, çevresindeki herkesin tuhafına gidiyordu. "Koskoca kız. Babasına 'babiş' denir mi hiç?" ya da "ne günlere kaldık, koca kızın babasına dediğine bak. Babasının da umurunda değil yani, Allah Allah." gibi sözler, zaman zaman her ikisinin de kulağına geliyordu. Ancak ikisi de bu tür takıntıları çoktan aşmışlardı. Herkes ne derse desindi. Cemre, bu sözü çok hoşuna giderek söylüyor ve babasına duyduğu sevginin en kısa özeti olarak görüyordu. Bu mananın farkında olan babası ise; bu hitaptan hiç, ama hiç rahatsız olmuyordu. Birçok kişi onu eleştirse de, o bu hitap şekline hiç aldırmıyor, hatta küçükken çok şirince söylediği için alışmış olduğu bu söz, hoşuna bile gidiyordu. Kaldı ki, babasının da kızına karşı beslediği duygular aynı saflık ve yoğunluktaydı. Belki daha fazla bile sayılabilirdi. Hiç kimsenin anlayıp kavrayamayacağı kadar derin, düşünüp mana veremeyeceği kadar içten bir duygu seli ile ve manevi bir aşkla bağlıydı kızına. Onu her çağırmasında ya da ona her söyleminde, adını söylemek yerine tebessümle süslediği bir ses tonuyla "güzel" diye sesleniyor, Cemre de mutlaka tatlı bir gülümsemeyle ve edepli bir eda içerisinde "efendim" diye cevap veriyordu. Her ikisi de, konuşmalarının başlangıç kelimesi olan bu klişe sözleri, son hecesini mutlaka dört elif miktarı kadar uzatarak söylüyorlardı. Babasının, onu telefonla aradığında bile vurgulayarak yaptığı girizgâha, artık adeta cemreleşen bir klasik haline gelen aynı sözle cevap veriyordu kızı. Gün içinde kırk kez birbirleriyle karşılıklı ya da telefonla konuşsalar bile, hepsinde de konuşma, mutlaka bu iki klişe sözle başlıyordu:
ŞİMDİ OKUDUĞUN
DÖRDÜNCÜ CEMRE
ChickLitBir baba ile kızı arasındaki manevi aşkın göz yaşartıcı romanı. Cemre ile babasının; gerilim, duygusallık, aşk ve gülümseme ile harmanlanan hüzünlü hikâyesi.