Soğuktan dolayı bedenlerinin her bir karışının tir tir titrediği, her bir beyazlığın kendine özgü eşsiz güzelliği ve görünüşü olan kar tanelerinin, insanlığın pislikleri ile kirlenmiş olan yeryüzüne indiği, etrafın beyazlara büründüğü kış mevsiminine yeni yeni giren, 1860'lı yılların en iştihamlı ancak aynı zamanda da perişanlıkla dolup taşmış halktan oluşan kasabada yine sıradan bir gündü.
Sıradan... Sıradan diyince ne gelirdi aklınıza?
Günlük rutinimiz haline gelmiş olan elimizi yüzümüzü yıkamak olabilirdi mesela, veya pijamalarımızdan kurtularak yeni kıyafetler giyip mektebe gitmek, işe gitmek olabilirdi. Evin reisi olarak bilinen babalarımızın her sabah aynı saatte dükkanlarını dualarla açarak işe başlaması, cennete gitmeden bize cennet bahçelerini yaşatan annelerimizin yemeklerimizi yapması da olabilirdi.
Fakat hayır, bunların hiçbirisi değildi. Colmar diyarında sıradan bir gün, acı demekti. Doğru düzgün gıda ve kıyafet ihtiyaçları karşılanmadığı için açlıktan -kemiklerinin sayılacak hâlâ gelene kadar- bir köşede iki büklüm şekilde kıvrılmış halde ölümünü bekleyen, çoğu yeri yırtık ve yıpranmış olan ince kıyafetlerine sıkıca sarılmış bedenlerden oluşan bir gün demekti.
Bir köşeye çekilerek zorla sahip olunup bedenlerine, karşısındaki insan demeye bin şahit isteyen kişilerin kirliliklerinin bulaştığı topluluktan oluşan sıradan bir gün demekti. Seferber, durumu iyi olmayan insanların en ufak hatasının sonucu idamla biten, fakat yüksek mertebede olan insanların ise her bir hatası, yedi büyük günahı bile görmezden gelindiği sıradan bir gün demekti.
Onlar için sıradan, acı çekmek anlamına geliyordu o kadar. Acı çekmek... İki sözcükle yazılan bu harflerin içerisinde barındırdığı anlam öylesine can yakıcıydı ki.
Yüksek mertebede olan insanların sözlerini dinlemedikleri takdirde bedenlerine yedikleri kalın sopaları saymıyorlardı, umurlarında değildi oluşan yara izleri. Çünkü yaralar iyileşirdi, ilaçlar kullanılarak geçerdi izler. Fakat ruhunuzda ki, kalbinizde ki yaralar iyileşmezdi. Eskisi gibi olmazdı.
Önemli bir vazoyu ister isteyerek, ister de istemeyerek kırmış olun, düzeltemezdiniz onu geri. Tutkal veya bant ile ardı ardına özürler sıralayarak tekrar bir araya getirdiğiniz vazonun eski haline dönmesini bekleyemezdiniz. Eski ışığını, işlevini, görünüşünü almasını beklemek bencillik olurdu. Aptallık olurdu.
Colmar kasabasındaki insanların bedenleri değildi tek acı çeken. Ruhları da acı çekiyordu. Yalvarıyordu artık bunların sonlanması için. İçlerindeki çığlıklar susmuyordu, göz yaşları bitmek bilmiyordu. Diyarda ki gözle görülür, elle tutulur cinsten olan haksızlıklara karşı içlerindeki yanar dağın lavları fokur fokur kaynıyordu.
Tabi diyarda ki her kesim böyle acı çekmiyordu. Bir yer vardı ki günlük güneşlikti.
Dagger krallığı...
Ah o göz kamaştırıcı, ibretlik krallık... Kralın, Kraliçenin, prensin, askerlerin ve hizmetkarların çatısının altına girdiği o saray yokmuydu. Halkları bu halde iken gözlerine nasıl uyku girdiği, hayatlarında bir kez bile olsa ağızlarına sürmedikleri çeşit çeşit yemeklerin kral ve kraliçenin boğazından nasıl geçtiğini deli gibi merak ediyorlardı.
Kasabanın vahim geçen sıradan günlerinin aksine, sarayda gayet normal bir sıradan gündü. Bir hafta sonra yapılacak olan, prensin 28. yaş günüsü için koşuşturma vardı sarayda. Halklarından esirgedikleri envai çeşit yemekler hazırlanıyor, kenarları altın işlemeli tabaklar, upuzun masaların üzerlerine özenle yerleştiriliyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Country or Love // Chanmin
Random"Bu gece de, yarın da, ondan sonraki günde bekle beni... Sabah akşam çalıştığın bu sarayda, bırak tüm işlerin ben olayım güzel hizmetkarım... Bırak tüm işlerin ben olup, her daim beni bekle ki; işlediğimiz bu arsız günahın şahidi olan yatağımıza yan...