Bir çift elin tuttuğu, parmak ağaçları tarafından yönlendirilen fayton içerisinde ki bedenler gözlerini, ilerledikçe gerilerinde kalan güzel ormanı incelemek adına yorar iken, bir kişi bakmıyordu yalnızca. Daha doğrusu bakamıyordu. Çünkü ona böyle bir izin verilmemişti.
Velihat prens Chan'ın ve asker Changbin'in, her iki yanına oturmuş olan askerlerle birlikte karşısında oturan genç adamın, en doğal hakkı olan eylemini bile alıyorlardı elinden. O, gökyüzüne bakamazdı. İzin almadan, doğanın güzelliklerini görebilmek için göz kapaklarını aralayamazdı. Ona izin verilmediği müddetçe nefes bile alamazdı.
Köleydi çünkü o, bir et yığınından başka bir şey değildi. Tanrının öylesine yarattığı, hiçbir özelliği olmayan, değersiz bir varlıktı. Ona verilen emirlere itaatkâr olmalıydı. Değil itiraz etmek için, konuşmak için dudaklarını aralayamazdı.
Aynı şimdi olduğu gibi; görüşünün karanlığa gömülmesine neden olan, hayvan pislikleriyle, toprakla ve onun bedenine zorla sahip olan insanlardan kalan menilerle kaplı kıyafetlerine eşlik eden, başına geçirilen krem renkli bez torbaya itiraz edemediği gibi.
Seungmin'in çadırdan çıkarken bir nebzede olsa hayal edip umutlandığı hisler, hasret kaldığı gökyüzü ve temiz hava hayalleri, kafasına bir suçluymuş gibi geçirilen bez torbayla sönmüştü.
Ne bekliyordu ki zaten? Bu kadar aptalca hayallere umutlandığı için kızdı kendine Seungmin.
Nereye götürüldüğünü bilememenin ve görememenin verdiği stresle elleriyle oynamaya başlarken, kaşları çatık halde onu izleyen Chan'dan bir haberdi tabi. Chan, yüzü bile gözükmeyen Seungmin'i ciddi bir tavırla göz hapsine almıştı. Çadırda ki cesaret dolu o gözler gitmiyordu bir türlü aklından.
Changbin arkadaşını uyarmak istercesine, askerlerin görmediğinden emin olduktan sonra hafifçe elini vurdu Chan'ın bacağına. Eğer Chan, biraz daha Seungmin'e böyle bakmaya devam ederse askerler şüphelenecekti.
Chan aldığı uyarıyı anında anlayarak son kez baktı, bileklerinde ki keskin demirden dolayı kan akmaya başlayan derisine ev sahipliği yapan Seungmin'e. Seungmin bileklerinde hissettiği sıvının verdiği hissiyata aldırış etmedi. Alışkındı bedeninden akan kanlara. Alışkındı ruhundan akan göz yaşlarına.
Büyük tekerleklere çarpan taşlardan dolayı sallana sallana geldikleri yol sonlandığında, Seungmin daha da gerildi ancak bunu belli etmemeye çalışarak dikleşti oturduğu yerde. Onun bu hareketini fark eden Changbin, ne yaptığını anında anlar iken belli belirsiz gülümsedi.
Güçlü durmak istiyordu, canını yakan bedenlere 'bakın, ayaktayım işte! Dim dik duruyorum, kimse beni düşüremez!' demek istiyordu. Fakat bu yalnızca bedeni için geçerliydi, ruhu çok öncesinde cayır cayır yanarak en son kül haline gelmişti. Ufak küllerin aralarına saklanan o anılar ve umutlar yaşamda tutuyordu onu.
Sarayın önünde bekleyen askerler, faytonun gelmesiyle oraya yöneldiler koşar adımlarla. İlk olarak Chan inmişti, daha sonra Changbin ve en sonunda da yanındaki askerler ile Seungmin indirilmişti. Diğer faytonlardan inen köleler de, prensin peşinden askerler eşliğinde adeta sürüklenerek sarayın içerisine götürülmüştü.
Seungmin, düzensiz beslenmeden kemik torbasına dönen kollarını sıkıca, tırnaklarını derisine geçiren askerlere karşı yüzünü buruşturdu. Büyük sarayın içerisinin her bir karışında olan kırmızı desenli halılara takılan ayağıyla düşer gibi oldu Seungmin.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Country or Love // Chanmin
Random"Bu gece de, yarın da, ondan sonraki günde bekle beni... Sabah akşam çalıştığın bu sarayda, bırak tüm işlerin ben olayım güzel hizmetkarım... Bırak tüm işlerin ben olup, her daim beni bekle ki; işlediğimiz bu arsız günahın şahidi olan yatağımıza yan...