+
Karnımı ortadan ikiye büken ağrı ile spor salonunu hızla terk ettiğimde uzun zamandır bu kadar büyük bir acı çektiğimi hatırlamıyordum. Arkamdan adımı seslense de dönüp ona bakmadım. Sonunda kendimi dışarı atabildiğimde kalbimde berbat bir ağırlık vardı. Yıllarımı bir başıma geçirdiğim evimde, beni arada üzerime çullanan düşünceler dışında incitecek hiçbir şey yoktu. Bazen annemi, bazen de ablamla babamı düşünüp hüzünlenirdim ama tam şu an içimi deşip duran bu acıyı daha önce hiç hissetmemiştim.
Kötüsün, çok kötüsün ve bu arkasına saklandığın siktiğimin iyi çocuk maskesi midemi bulandırıyor.
Jungkook'un kelimeleri zihnimde durmaksızın yankılanmaya devam ederken adımlarım eğer ondan uzaklaşırsam zihmimdeki sesinden de kaçabilirim düşüncesiyle hızlanmıştı. Artık tıpkı Jungkook'un söylediği gibi kendi midemi de bulandırıyordum. Kendimi kusmak istedim. Eğilmek, içimde ne var ne yoksa kusmak ve kendimden arınmak istedim.
İyi biri olduğumu asla iddia etmemiştim, bana iyi olmak ya da kötü olmak gibi bir seçenek asla sunulmamıştı. Mesele birilerini öldürmekse daha doğduğum gün öldürdüğüm en az yedi kişiyi öne sürebilirdi. Bunu yapabilirdi ama o zamanlar hiçbir şeyden habersiz bir bebektim. Bir bebeği suçluyordu. Beni değil.
Yaptığım şeylerin bedelini zaten kendi kendime ödetiyordum. Bir seri katilden farkım yoktu ama bunu zaten biliyordum, sürekli öldürdüğüm insanları dile getirmesinden ve sanki bunu unutmam mümkünmüş gibi bana hatırlatıp durmasından nefret ediyordum. Pişman görünmediğim için umrumda olmadığını sanıyor olmalıydı. Oysa pişmanlığın bana eziyet etmediği tek bir an yoktu. Yaşadığım her saniye ölmekten beter hissediyordum.
Lanetim olduğunu öğrendikleri gün beni öldürmelilerdi. Keşke bunu yapsalardı. Böylece beni yaşamak gibi ağır bir ızdıraptan kurtarırlardı.
O an dünyadaki varlığım tamamen fazlalıkmış gibi hissettirdi. Sanki nefes almaya hakkım yokmuş gibi hissettiğim o anlarda tamamen yok olmayı diliyordum.
Nereye gideceğimi bilmiyordum, yine dersten erkenden çıkıp okul koridorlarında bir başıma kalmıştım. Karanlık ve sisin kapladığı bahçeyi aştım. İlk sınıfların ders gördüğü binanın üçüncü katına çıkarken, dolabıma koyduğum çantamı alıp eve tek başıma gitmeyi aklıma koydum. Bugün Jungkook'u görmek bir yana zihnimden adını geçirmek bile istemiyordum.
Eve nasıl döneceğimi bilmiyordum. Evim şehrin bir ucundaydı, yürüyerek dönersem saatlerimi alabilirdi ama bu eziyete katlanmayı seçecek kadar kötü hissediyordum. Dahası yolu da bilmiyordum. Hayatımda kendi başıma dışarı hiç çıkmamıştım ama eve dönmek için bile ona muhtaç olmak istemiyordum. Bugün ne yapmam gerekiyorsa kendi başıma yapacaktım.
Sonunda koridorun, dolapların bulunduğu kısmına ulaştığımda dört haneli şifreyi tuşlayıp dolabı araladım. Dalgındım. Bu yüzden çantamı sırtıma atıp dolabı geri kapadığımda yere düşen kağıtları fark edemedim. Aklım allak bullak olmuştu. Baktığım yeri bulanık görüyordum. Bugün bana o iğneden vurulmamıştı ama her zamankinden iki kat fazla kanım alınmıştı. Neredeyse gitmek üzereyken yerde biriken mektupları fark ettim. Tamamen benim dolabımın önünde durmalarına rağmen bana ait olduklarını düşünmekte zorlandığım için hareketlerim yavaş ve temkinliydi.
Şimdi elimde zarflara yerleştirilmiş üç küçük mektup duruyordu. Gerginlik ve biraz da merakla birini açtığımda birkaç cümlelik bir yazı ile karşılaştım. Ellerim titrerken kağıt açık duran avuçlarımdan düştü. Ayakta duracak gücüm kalmadığı için sırtımı dolaba yaslayıp oturdum. Bedenimin her bir zerresi sancıyordu. Kalbim o kadar hızlı çarpmaya başlamıştı ki dersten çıkarken cebimde unuttuğum ufak bıçağı alıp göğsüme saplayacaktım. Bu ritmin yavaşlaması için kalbimin tamamen durmasına bile razıydım.