Bölüm 2: Hidden Field

197K 8K 2.5K
                                    

Multimedia: Marc Anthony- i need you

-
Günümüz...

Kasabaya vardığımız ilk anda, arabanın camını açtım ve havayı kokladım. Bünyemdeki değişiklik şok ediciydi, sanki bambaşka bir dünyaya gelmiş gibiydim.

''Sence de güzel, değil mi?''

Abigail'in bu sorusuyla beraber, ''Fena değil,'' diyerek omuz silktim çünkü ne kadar güzel olsada buraya gelmek benim için ceza gibiydi.

Ailemi kaybedeli iki sene olmuştu ve Boston'da annemin çok yakın arkadaşı olan Abigail ile yaşamaya başlamıştım. Psikolojik danışmanlık yapıyordu ve işi gereği genellikle geç gelip mutlaka şarabını içtikten sonra uyurdu. Bana kalırsa önce kendi şarap bağımlılığını tedavi ettirmeliydi ya neyse.

Yine de çok tatlı kadındı ve onu seviyordum. Benimle yaşamayı neden kabul ettiğini bilmiyorum fakat sarhoşken onu odasına taşıdığım sırada, anneme olan borcunu asla ödeyemeyeceğini mırıldandığına eminim. Her neyse bunu fazla sorgulamaya niyetim yoktu zaten aksi halde tek başıma bana ne olurdu düşünmek bile istemiyordum.

Abby bana maddi durumumuzla ilgili uzun bir konuşma yapmıştı. Bu konuşmaya göre, kiradan kurtulup yeni bir işe başlayınca geçim sıkıntımız azalacağı için, eyaletteki Hidden Field kasabasına, yani ailemden kalan eve yerleşmeyi önermişti. Tabii bu bende şok etkisi yarattı çünkü o eve yerleşmeyi asla düşünmemiştim.

Fakat şimdi buradaydık işte.

Kasaba hakkında hiçbir bilgim yoktu. Hatta bu kasaba hakkında çoğu insanın bir bilgisi yoktu. Sadece annemin babamla bu kasabada tanıştıklarını biliyordum. Annem, bana hamileyken burayı terk ettiklerini söylemişti.

Bu dünyada bana en yakın insan olan Marcus'u bırakmam da taşınmaya çok hevesli olmamamın en büyük sebebiydi. Ailem öldükten sonra zor günleri atlatmamda Marcus en büyük destekçimdi. Aylarca kimseye tek kelime etmediğim zamanlarda bile hep benimle konuşmaya devam etti.

Ailemin ölüm haberini aldığım gün yaşanan olayı çok fazla konuşmadık fakat bu aramızda büyük bir soru işareti olarak kaldı. Aslında ortada konuşulacak bir şey yoktu çünkü olası depremin tam da ben bağırdığım sırada ortaya çıkması elbette benim suçum olamazdı.

Ya da olabilir miydi?

Bir keresinde Marcus o sırada göz rengimin değiştiğini sandığı gibi bir saçmalık gevelemişti. Adı üstünde saçmalık! Akıl var, mantık var.

Aslında benim gibi bir hayalperestten çok mantık beklenemez ya neyse. Sonuçta ben, Peter Pan gelebilsin diye odasının penceresini açık bırakarak uyuyan bir çocukluk geçirmiştim. Ah Peter Pan!

Her neyse.

Okyanus ve kızıl ormanların iç içe olduğu bu yerde, evler birbirine çok yakın değildi. Küçük bir patikaya dönüp, biraz ilerledikten sonra iki katlı büyük ve eski bir görünüme sahip evde durduk. Arka ve ön tarafı ormana bakıyor, önünden geçen yol sahile uzanıyordu. Çevresinde ev yoktu.

Eve girdiğimizde kapının sağ tarafı mutfak, sol tarafı ise oturma odası olacak şekilde ayarlanmıştı. İlerleyince yukarı kata tahtadan bir merdiven çıkıyordu. Her yerin örümcek ağlarıyla kaplı olduğunu görünce kaşlarımı kaldırıp Abby'e baktım.

''Biraz temizlikle çok güzel olacaktır,'' diyerek geçiştirdi. Burun kıvırıp evi biraz daha incelemeye başladım.

Üst kata çıkıp dört odaya göz gezdirdikten sonra kendi odamı seçmiştim. Eşyalarımı hemen buraya yerleştirip biraz temizlik yaptım. Odada gömme bir dolap vardı ve kendime ait bir banyomun olması moralimi az da olda yerine getirmişti. Boston'daki evde, Abigail'in saatler süren banyosunu beklemek işkence gibiydi.

AVHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin