Her zamanki yoğun günlerden birini yaşıyorduk. Kafede ki bütün masalar doluydu, tıkış tıkış dı her yer. Sanki herkes yarını yokmuş gibi konuşuyordu. Sanki, damar yollarından çay geçiriyorlardı. Sanki son kez nefes alıyorlarmış gibi, oksijen yerine, ciğerlerini sigara dumanıyla dolduruyorlardı. Bütün kafe sis içerisinde kalmıştı, arkada kulakları sağır etmese de göğsü hoplatan ve bir kafe ortamına yakışmayan heavy metal müziği... Çığlık atsam kimse beni duymazdı.
İnsanlar o kadar kendi hayatlarına odaklanmıştı ki çevrelerindeki ayrıntıları kaçırıyorlardı. Belki biraz daha müziğe kulak verseler heavy metalin ortamla olan uyumsuzluğunu fark edeceklerdi. Belki de içtikleri çay bardağındaki kırmızı rengin tonunu tahmin edebileceklerdi. Ya da tüttürdükleri sigaranın izmaritinin kül tablasındaki bıraktığı izin şekline, peçeteliğin masayla olan simetrisi, şekerlerin nasıl dizildiği, camdaki oluşan lekeler, çay altığının yapışkan olması...
Herkes kendi hayatına o kadar odaklanmıştı ki ayrıntılar çok fazla atlanıyordu. Sanki, küçük ve önemsiz hayatları evrenin merkezi gibiydi. Bu işi ilk yaptığımdan beri fark ettiğim detaylardan birisiydi bu. Çoğu insan kendi hayatını çok önemsiyordu ama çok gereksiz bir önemseme olanından. Konuştuklarına biraz kulak verseniz şunları duyabilirsiniz: En son aldığı rujun ten rengi ve dudak ile olan uyumu, etrafındaki insanların onun hakkındaki iyi veya kötü bütün düşünceleri, gün içinde sanki dünyayı fetih etmişçesine yaptıkları, yeni aldığı ikinci el arabanın camlarının filtrelenmesi, halı sahadaki rastgele attığı golü ünlü bir futbolcu edasıyla anlatması... Belki de çoğu insan buna yanlış deyip, "onlar sadece muhabbet ediyor" denilebilirdi. Bana göre bu muhabbet değildi. Çünkü şu kısacık yetmiş beş yıllık hayatımızı neden böyle şeyleri konuşarak geçirmemiz gerekiyordu ki?
Kollarımı bağladım ve kafenin tam ortasından geçen kolondaki boy aynasından kendimi inceledim. Saçlarım kısaydı, boynuma kadar geliyordu, onları tam ortadan ayırmıştım, uçları hafif de olsa dalgalıydı; beyaz bir tişört ve siyah dar kot pantolonum üstümdeydi. Boyum çok uzun değildi, 1,63'dü sadece. Kilom ise 56 civarıydı. Yorgunluktan gözlerimin altında çizgiler ve mor izler belirmeye başlamıştı. Ne kadar bu izlerin üzerini kapatmaya çalışsam da işe yaramıyordu. Hafif de makyaj yapmıştım. Bunu her gün tekrarlardım. Kirpiklerime hafifçe rimel, yanaklarıma da tatmin olana kadar fondöten. Tırnaklarıma ise gül kırmızısı oje... Şimdi bana kızıp kıyas yapacaksınızdır. Ben günlük hayatımda o kadar da makyaj takıntısı olan bir insan değilimdir. Tek fark; onlar için ölüm kalım meselesi haline gelen bu aktivite, benim için işimden dolayı makyaj da yapmamdı.
Annemle birlikte bu kafeyi işletiyoruz. Buradaki bütün işlere neredeyse ben koşturuyorum, kafe müdürü gibi bir şey oluyorum. İşim gereği, bütün günüm insanları gözlemekle geçiyor. Onların gereksiz ve işe yaramaz muhabbetlerini dinliyorum. Onları dinledikçe kendi acizliğimin farkına varıyorum. Yanlış anlaşılmasın kimseyi gömmek, kendimi yükseltmek veya egomu tatmin edip insanları yerdiğim yok.
Yoğun bir cumartesi günüydü. İkindi vakti geçiyordu, güneş bütün kafeyi neredeyse dik bir açıdan kızıla boğuyordu. İnsanların güneşe bakan suratları kızıl renge boyanmıştı, gözlerinin renkleri daha da açık bir tona bürünmüştü. Cadde manzarası tam da önümüzdeydi, orası da kızıla boyanmıştı. Gölge kalan yerlerin ve kızılın zıt uyumu... Güneş sanki bir ressamdı, kendi koyduğu açıdan renklendiriyordu küçük dünyamızı.
Annemin sahibi olduğu kafe Lise Caddesi'ndeydi. Dikdörtgen bir şekle sahipti ve bir binanın ikinci katındaydı. Tam ortadan bir giriş ve iki yanında masa ve sandalyeler vardı. Giriş kısmının hemen önünde kasa, arkasında ise genişçe mutfak vardı. Annem standart bir obsesif olduğu için her yer düzenli olmalıydı; simetrik ve tertemiz. Masalar koyu kahverengi ahşaptan, sandalyeler ise yumuşak koyu sarı minderli siyah meşeden oluşuyordu. Ayrıca kendisinin renk takıntısı da vardı. Duvarlar açık sarı renge boyanmıştı. Her yerde annemin bayıla bayıla aldığı ve asarken bile heyecandan duvara asarken parmak uçlarını kanattığı manzara tabloları vardı. Çoğu karakalemdi ama ıslak boya olanları da vardı. Hepsi belirli ölçülerde dizilmişti. Kimi duvarlara da özlü sözler de asılmıştı. Tabii o resimlere bakıp düşünüp duygusal olarak sellere kapılmak da kimin umurundaydı. Belli ki sadece annem için geçerli bir kuraldı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SON DEFA
Mystery / Thriller"Sonu düşünülmeyen hataların bedeli ağır olur." Naz'in çalıştığı kafeye iyi giyimli bir kadın gelir. Kadın bir kahve ısmarlar ve Naz'ı görür. Onunla bir süre sohbet etmek ister. Kahve gelir ve ikili kısa bir süre konuştuktan sonra kadının telefonu ç...