böylece köprüye ulaştı. orada bir dakika kadar durdu; yapacağı şeyden korktuğundan değil, titreyen kollarında kendini korkuluklardan kaldırıp atacak gücü bulamadığı için durmuştu. mahvolmuş yaşamı bir kez daha gözünün önüne geldi ve bedeni bu anının yarattığı ani darbeyle sarsıldı. tek sıçrayışla parmaklıkları aştı ve yıldırım hızıyla bulanık akıntıya karıştı.*yüzümde engelleyemediğim memnuniyetsiz bir ifade belirirken kitabı kapattım. ağzıma henüz attığım çikolatayı çiğniyor, paketini avuçlarım arasında eziyordum.
oz büyücüsünden sonra ay ışığı sokağını okumaya başlamıştım. bu ne saçmaydı böyle? hep bir trajedi, bir ölüm... bunları okurken soonyoung sıkılmıyor muydu?
elimdeki çöpü yatağımın üstünde biriken diğer çikolata ve şeker paketlerinin içerisine bırakıp kolamdan içtim. tüm gün yataktan çıkmamıştım, önce atari oynamış sonra bir şeyler izlemiş, en son sa birkaç gün önce yığıntıdan soonyoung görmeden aldığım kitaba başlamıştım.
"gerizekalı," dedim kendi kendime, "ne kadar da boş bir gün, çok sıkıcı. ayrıca böyle kitaplar hayat enerjimi de emiyor."
soonyoung'u bugün hiç görmemiştim, hava çoktan karardığından artık yarın görüşürüz diye düşünüyordum hatta.
iç geçirdim, "midem bulanıyor..." diye söylendim. "bulanır tabii sabahtan beri sadece çikolata ve kolayla beslendim!" şikayet edercesine devam ettim.
duvarlara astığım posterlere kaydı gözlerim, "acaba bunları renk renk ayırsam mı?" anında bu düşüncemden vazgeçtim, "yok, sıkıcı olur o zaman."
geriye yaslandım ve yatağıma iyice yerleştim. "uykum yok, bir şeyler yapacak keyfim yok..."
gözlerimi yumdum. "müzik mi dinlesem ki?"
yataktan kalkacak hiçbir nedenim yoktu.kapımın aralandığını işittim, muhtemelen annem beni kontrol etmeye ve tüm bu dağınıklığım için azar çekmeye gelmiştir diye düşünüyordum ancak soonyoung'un sesini duyunca şaşırarak araladım gözlerimi.
"gerçekten yarım saattir susmanı bekliyorum," dedi.
içini naklen gösteren bir beyaz gömlek, yırtık bol bir pantolon ve klasik siyah converseleri dikkatimi çeken ilk şeylerdi. birkaç gündür güneşin altında fazla çıplak kaldığından teni esmerleşiyordu ve inanılmaz görünüyordu. gerçekten inanılmazdı.
"ne?" dedim anlamadığımı belirtircesine, gözlerimi bir an olsun üzerinden çekmezken ne düşündüğümü ya da ne anladığımı bilmiyordum.
"yarım saattir kendi kendine konuşuyorsun!" dedi çıkışarak yatağıma doğru ilerlerken. şapkasını çıkarttı saçlarını eliyle karıştırdı, sonra yeniden geçirdi başına.
gözlerini nihayet benden alabildiğinde ben de derim bir nefes aldım ve yatağımdaki pisliklere kaşlarını çatarak bakmaya başladı.
"sen de yarım saattir kapıda beni mi dinliyorsun?" diye sordum ona, başını sallayarak yüzüne her zamanki ciddiyetsiz ifadesini yerleştirip kocaman güldü. "evet," diyerek omuz silkti.
"delirmişsin sen," dedim inanamayarak, bakışları yine beni buldu gözlerimi gözlerine diktim. "asıl sen delirmişsin buranın hali ne?" dedi kızarak. "pis pasaklı!"
tüm gün buradan ayrılmadığıma göre bu hale gelmesi çok normaldi, ayrıca hiç nutuklarını dinleyecek havada da değildim. "sus." dedim kısaca uzatmaması için, yatağın üstüne oturdu.
"niye geldin?"
iki eliyle de yataktaki bütün çöpleri aldı ve yerinden kalkarak masamın kenarındaki çöp kutusuna attı. "neredesin sen tüm gün boyunca?" diye sordu benim soruma cevap vermeden.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
yellow brick road • ksy & ljh
Fanfictionçünkü bir araya geldiğimiz her yerde mutlaka sarılık vardı.