what a wicked game we play, to make me feel this way
what a wicked thing to do, to let me dream of you
what a wicked thing to say, you never felt this way
what a wicked thing to do, to make me dream of you
no, i don't wanna fall in love
with you📼
cebime soktuğum ellerimle başımı göğe kaldırıyor, yıldızların güzelliğiyle büyüleniyor, iki adımımda bir sendeleyerek ezbere bildiğim yolları yürüyordum.
aklımda binbir düşünce vardı, dudaklarımın iki yana kıvrılmasını engelleyemediğimden yüzümde dakikalardır duran sırıtma artık çenemi ağrıtıyordu.
pek tercih ettiğim bir şey değildi gecenin kaçı olduğunu bilmediğim ve herkesin evlerine çekildiği bu saatlerde şarkı mırıldanmak, ancak içimde neşe dalgası öyle büyüyordu ki sebepsiz keyifle sadece aklıma dolan şarkı sözlerini mırıldanıyordum.
limonlu şekerimi ağzımda döndürüp dururken yeniden gökyüzüne çevirdim bakışlarımı, yıldızlar iç içe geçti, etrafımda dönmeye başladı. dönen yıldızlar mıydı yoksa başım mı çözemiyordum ve bu öyle komik geliyordu ki kıkırdamadan edemiyordum.
yanaklarım yandığı için rüzgar estiğinde rahatlayarak birkaç saniye gözlerimi yumuyor ve bunun daha tesirli olduğunu düşündüğümden öylece bekliyordum. haliyle, belki de beş altı dakikalık yolu uzatmaktan başka bir şey yapmıyordum.
soonyoung'u özlemiştim, tüm gün aklımdan çıkmamıştı, onu düşünüp duruyordum ve bu beni yormaya başlamıştı. kalp atışlarımı da soluklarımı da kontrol edemez bir hale bürünmüştüm ve şimdi yanaklarımın yanmasının tek sebebi yine kendisinden başka biri değildi.
"aptal soonyoung!" diye söylendim mırıltılarımın arasında, yine de dudaklarımdan dökülen bu sözler anlamını çoktan yitirdi çünkü görüş alanıma giren yığıntı ve pencerelerinden dışarıya süzülen ışıkları kalbimi heyecandan öyle hızlandırdı ki daha da gülümseyerek adımlarımı büyüttüm.
bugün onu hiç görmediğimden olsa gerek bir an önce yanına gitmek ve sarılmak istiyordum. aklım bulanıyor, düşüncelerim birbirine giriyor, bazen nefesim kesiliyor bazen de çok iyiymişim gibi hissediyordum tam olarak.
muhtemelen beni gördüğünde kızacaktı, ben onun kiminle buluştuğunu -ki asla buluşmasını istemediğim biriydi- biliyordum ve sırf benden haber alamasın diye hiçbir şey söylemeden evden çıkıp gitmiştim.
işte, son dönemlerdeki kıskançlığım bu boyuta ulaştığından mantıklı düşünemiyordum ama elimde değildi, soonyoung'un o kızla vakit geçirdiğini düşünmek bile karnıma sancılar sokuyordu ve bu yüzden aklımı dağıtmam gerekiyordu.
merdivenlerin başına geldiğimde ellerimi cebimden çıkartarak sıkıca tutundum, başım dönüyordu evet ama sanırım merdivenleri çıkabilirdim. yani, en azından öyle umuyordum.
buraya gelene kadar uzattığım yollarda yürürken, gökyüzünü izlerken, dilimde sevgi yüklü şarkılar dolanırken öyle cesaretliydim ki soonyoung'a her şeyi anlatmak ve bu yükten kurtulmak istiyordum.
ayağımı sağlamca basamağa dayayarak tırmanmaya başladım. bu düşünceler beni daha da yaktı, içimde bir şeyler hissettim ve bu öyle fazlalaştı ki daha sonrasında bunun mantıklı bir şey olmasından ziyade korkunç bir karar olduğunu düşünerek cesaretimi kırdım ve kendimi deli gibi korkuttum.
verandaya ulaştım ve dikkatlice kendimi yere bıraktım. dengesiz düşüncelerimle uğraşmak soonyoung'a olan hislerimi bastırmaktan daha zor geliyordu kimi zaman.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
yellow brick road • ksy & ljh
Fanfictionçünkü bir araya geldiğimiz her yerde mutlaka sarılık vardı.