pheebs, utanmaz bakışlar ve suyun içindeki on üç saniye

56 7 15
                                    



kucağımda bana sırnaşıp mırıldayan kedimizle önümde yürüyen soonyoung'u takip ediyor, bir yandan da fazla ısrar ettiği için ona şarkı mırıldanıyordum.

"kiss me down by the broken tree house," gölete gidiyorduk, ağaçların arasından güneş üzerimize kadar ulaşıyordu. "swing me upon its hanging tire."

soonyoung sürekli bana doğru dönüyor, kocaman gülümseyerek büyülenmiş gibi bakıyor ve kıkırdayarak ona önüne dönmesini söyleyip dediğimi yaptırdıktan sonra şarkı söylemeye devam ediyordum.

"bring, bring, bring your flowered hat," başıma geçirdiğim çiçekli şapkamı bana o almıştı ve beni böyle görünce özellikle bu şarkıyı söylememi istemişti.

şimdi ben bu partı sırıtarak söylerken yine benden tarafa dönmüş, yürümeyi bırakmış, benim ona yaklaşmamı bekleyerek boştaki elini biraz havaya kaldırmıştı.

elinde küçük bir sepet, sepetin içinde de bir sürü kiraz, vişne, çilek ve kayısı vardı. ayrıca beni zorla suya sokup üşümeme neden olduktan sonra ısınayım diye kolunun altına benim için sıkıştırdığı bir havlu da almıştı.

dibine girdiğimde eli yanağımı buldu ve parmakları arasında sıkarak sevdi beni, son zamanlarda bunu çok yapıyordu, o kadar fazla temas ediyordu ki benimle, başımı döndürüyordu.

"we'll take the trail marked on your father's map," diye devam ederken tekrar önüne dönerek, yürümeye başladı. bana bakmaması işime geliyordu, çünkü ben ne zaman onun için şarkı söylesem dünyada sadece ikimiz varmış gibi davranmaya başlıyordu.

bu da; bana daha çok dokunması, beni kızartana kadar övmesi, bazen beklemediğim şekilde yanaklarımdan öpmesi, bana çok daha güzel bakması, beni kendi etrafımda döndürerek dans ettirmesi demek oluyordu ve bunlar beni çok geriyordu.

eh, bir de alışmaktan korkuyordum tabii.

"oh, kiss me beneath the milky twilight," başımı önüme eğdim hızlıca bana bakacak olursa korunmak amacıyla. kucağımda uyuklayan dünya tatlısı kedimizi öptüm gülümserken bir yandan. "lead me out on the moonlit floor, lift your open hand."

o da bana eşlik etmeye başladı, seslerimiz karıştığında çok daha güzelleşti. "strike up the band and make the fireflies dance," diye devam ettik, ben bakışlarımı kucağımdaki kediden alıp tekrar soonyoung'un sırtına diktim.

nihayet gölete vardığımızda iki ağacın arasında kalan tümsekten geçerek elini bana doğru uzattı, bunu her defasında yapar, "dikkat et," diye beni bıkmadan uyarırdı. kimi zaman dikkatim hep onda olduğu için ayağım kayar ve kendimi kolları arasında bulurdum.

uzattığı eline sıkıca tutunup kediyi de sıkıca kavradıktan sonra tümseği dikkatlice geçip yanına ulaştığımda "silver moon's sparkling," diye devam ettirdi şarkıyı. elimi bırakmadan her zaman oturduğumuz için artık belirginleşen yerimize doğru yürüdü. "so, kiss me." diye bitirdim ben de şarkıyı.

elindeki sepeti ve havluyu kısa çimenlerin üzerine bıraktı, bana doğru döndü, "senin sesin bir gün benim sonum olacak." dedi alışık olduğum cümlesine karşılık yine de gülümsemeden edemedim.

elimi bıraktıktan sonra kolsuz tişörtünün eteklerini tutup hızlıca üstünü çıkarttı. gözlerimi bedenine indirmemek için savaş verdim, bakışlarını benden aldı ve kediye doğru çevirdi.

yellow brick road • ksy & ljhHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin