Joshua’nun ölümünden sonra, Reiko bana birkaç kez yazıp bunda suçumun olmadığını, aslında kimsenin suçunun olmadığını, ölümünden kimsenin sorumlu tutulamayacağını, bunun, yağmur yağması gibi bir şey olduğunu yineledi durdu. Ama yanıt vermedim. Ne diyebilirdim ki ona? Üstelik, benim
için artık önemi de kalmamıştı. Joshua bu dünyada değildi ve bir avuç küle dönüşmüştü.Ağustos ayının sonunda, Joshua’nun acıklı cenaze töreni sona erince, Tokyo’ya döndüm, ev sahibimi ziyaret edip ona bir süre buralardan uzaklaşacağımı söyledim, sonra gidip patronumu buldum, bir süre gelemeyeceğimi haber verip beni bağışlamasını rica ettim. Sonra Midori’ye kısa bir mektup yazarak şimdilik ona hiçbir şey söyleyemeyeceğimi, çok üzgün olduğumu bildirdim ve beni biraz beklemesini istedim. Bunu izleyen üç gün boyunca sabahtan akşama değin aralıksız sinemaya gidip film seyrettim. Tokyo’nun tüm sinemalarındaki filmleri gördükten sonra, öteberimi sırt çantama yerleştirdim, bankada birikmiş tüm paramı çektim ve Şicuku Garı’na giderek önüme ilk çıkan
eksprese bindim.Ne geçtiğim yerler, ne oralara nasıl gittiğim, hiçbiri aklımda değil. Manzaraları, kokuları ve sesleri
oldukça belirgin anımsıyorum ama yer adlarını, hiç. Hangi sırayla nerelere gittiğimi de. Trene, otobüse, kamyona, ne bulursam binip, kimi zaman sürücünün yanında oturmuş, kimi zaman ne idüğü belirsiz trenlerde uyuklayarak, garlardan, parklardan, ırmak boylarından, deniz kıyılarından, uyku tulumumu serebileceğim her yerden geçtim. Karakolda da, mezarlık duvarı dibinde de geçirdiğim geceler oldu. Nerede bulunduğumun hiç önemi yoktu benim için, yeter ki orada, kimseyi rahatsız etmeden, rahat rahat uyuyabileyim. Yorgun bedenimi uyku tulumuna sarıyor, ucuz bir viskiyi iri
yudumlarla içiyor ve hemen uykuya dalıyordum. Konuksever şehirlerde insanlar karnımı doyuruyorlar ya da sivrisinekleri kovmam için tütsü veriyorlardı, ama konuksever olmayan kentlerde beni parklardan attırmak için polis çağırıyorlardı. Ne olursa olsun, umurumda bile değildi zaten.Aradığım tek şey, bilinmedik bir kentte kurşun gibi ağır bir uykuya dalmaktı.
Param bitince, üç dört gün, günlük gereksinmelerimi karşılamak için, kıyasıya çalışıyordum. Her zaman bir yerlerde iş bulunuyordu. Kentten kente, rasgele, yolculuk yapıyordum. Dünya genişti ve değişik, merak uyandırıcı insanlarla doluydu. Bir kez Midori’ye telefon ettim. Çünkü sesini duymayı canım çok istemişti.– "Biliyor musun ki dersler başlayalı çok oldu? dedi bana. Çok öğrenci sınıf geçme ödevini verdi bile. Ne yapmak niyetinde olduğunu bana söyleyebilir misin acaba? Senden haber alamayalı üç hafta oluyor. Neredesin ve ne yapıyorsun?"
– "Bağışla ama henüz Tokyo’ya dönemeyeceğim, en azından şimdilik."
– "Bana söyleyeceklerinin hepsi bu mu?"
– "Dedim ya işte, şimdilik sana bir açıklamada bulunamayacağım diye!
Yapamayacağım bunu. Ekimde... "
Midori telefonu kapatmıştı.Yolculuğum sürüyordu. Ara sıra geceyi pahalı olmayan bir handa geçiriyor, bir banyo yapıp tıraş oluyordum. Aynada, gerçekten de pis görünüyordum. Tenim güneşten kurumuştu, gözlerim çukura
kaçmıştı, esmerleşmiş yanaklarım ne idüğü belirsiz lekeler ve sıyrıklarla bezenmişti. Kapkara ve depderin bir delikten henüz çıkmış birine benziyordum, ama daha yakından bakınca, suratımı tanıyordum sonunda.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
imkansızın şarkısı✧seoksoo✔
Fiksi Penggemar"Gerçekte, daha başlangıçta, yaşam ile ölüm arasına gerilmiş bir iple bağlanmış bulunuyorduk birbirimize." Kulağında çalan bir şarkı ile üniversite yıllarına yolculuğa çıkan Lee Seokmin'in intihar eden en yakın arkadaşı, ailesiyle olan ilişkileri ve...