Tik, tak, tik, tak.
Zamanımızın yavaşça değil de, sanki hızlı tren gibi bir anda akıp gitmesi sizce de fazlasıyla acı verici değil mi? Bence kesinlikle öyle.
Ve benim daha gençliğimin en güzel yıllarındayken, daha yaşayabilecek çok senem varken, zamanımın dolduğunu düşünmem tuhaf mı? Sanki 50 yaşında gibi hissediyordum.
Ruhen mi fiziken mi bilmiyorum ancak benim içimdeki bir yer, kesinlikle senelerin yorgunluğunu taşıyordu. Ve bu yorgunluğu biraz da olsa kendi üstüne yükleyip, bana yardım edecek, etrafımda sayılı kişi vardı.Öncelikle büyükannem. En kötü günümde beni evine almış ve bana bakmaya devam etmiş, minnettar olduğum tek akrabam.
Sonra, Diana. Beni içten şekilde destekleyen, asla yargılamayan ve asla arkamdan kötü şeyler yapmayan sınırlı arkadaşlarımdan.
En sonunda ise, Steve Harrington. Onun ile ilişkim biraz farklıydı. Düşmanım iken bir anda arkadaşım olması ve sonra ki karışık durumlardan bahsetmiyorum bile. Ama ona fazlasıyla güveniyordum ve inanıyordum.
Zaten en önemli maddemiz bu değil mi? Güven. Güvenemediğimiz insan, bizim yakınımızda değildir. Hani birinin arkasından konuşulunca, onu ispiklemek tarzı çocuksu olaylardan bahsetmiyorum. Benim kastettiğim şey, gerçek güven. Ona ister istemez dert anlatabileceğim, benimle ortak olacağına inandığım ve koşulsuz şekilde sözlerine inanacağım kişiler. Onların bana verdiği güven kadar, benim onlara verdiğim güvende önemli tabii.
Şimdi ise, üstümde yeni girmiş olduğum işimin kıyafetleri ile güvendiğim nadir insanlardan olan Steve Harrington'ı sokağın ortasında bekliyordum. İnsanlar bana bakıyor gibiydi çünkü full lacivert olan tulumun üstünde büyük amblemli kahve bardağı olan bir kıyafetle duruyordum. Birde şapkası. En azından şapka bir işe yarıyor, yüzümün üst kısmını kapatıyordu.
Steve'i beklerken telefonumu çıkarttım ve Diana'ya mesaj attım.
Eva:
Yeni iş için heyecanlıyım, Dia :DEva:
Bir ara uğramalısın.Eva:
Ama kıyafetimle dalga geçmek yok.Görüldü olmasını beklerken, aklıma Diana'nın son sıralarda final maçları yüzünden soğuk davranışları geldi. Onu özlemiştim. Normalde olsa o benimle işe gelir ve 7/24 masada oturur, bana destek çıkarak yardım bile ederdi. Ama şu anda fazlasıyla meşgul olduğu için dün gece sadece aramada işe girebildiğimi söylemiştim. Maçları bitince geri aktifliğimize dönmek için sabırsızlanıyordum.
Dia:
Tam gaz yanındayım kızım.Dia:
Finaller bitsin, başından ayrılmayacağım :DEva:
Öyle olsun.Eva:
Görüşmek üzere.Dia:
Görüşürüz!!Mesajlaşma kısmından çıktım ve son aramalarıma girdim. Sıranın ilk başında olan Steve'in numarasına bastım.
Birinci çalış, ikinci çalış, üçüncü çalış... Tam telefon, üçüncü çalışında açıldığında çemkirmeye hazırlandım. "Neredesin ya Steve? Kaç saattir şu maskot gibi durmamı sağlayan tulum ile sokağın ortasında beklediğimden haberin var mı senin? İlk günden işimi kaybetmek istemiyorum. Çıkmadın mı hâlâ sen evden?" Aralıksız sözlerimin ardından Steve tek cümlesiyle beni susturmayı başardı.
"Hadi ordan, yolun sonunda ki palyaço sen misin yoksa?" Ve bir kahkaha patlattı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
frida! | steve harrington.
Chick-LitEva Rochelle, resimle ilgilenen genç bir lise öğrencisi. Kim bilebilirdi ki, üst sınıflarda ki kin beslediği çocuk Steve Harrington'ın ondan bir sipariş alıp tüm fikirlerini değiştirebileceğini? Bilemezdi, ama Steve ona gösterebilirdi.