Paris Paloma - Labour
Yürüyordum fakat burası daha demin olduğum yer gibi değildi. Her adım attığımda değişiyor gibiydi. Yürümeye devam ederken aniden arkamı döndüm, Corin orada değildi. Etraf bulanıklaşmaya başladı.
"Prenses! Pearl, Pearl uyanman lazım!"
Gözlerimi açtığımda Clayton üstüme çıkmış beni hırpalıyordu. Etrafa bakındım, gece kaldığımız hanın arka tarafıydı bura. Ben ne olduğunu idrak etmeye çalışırken bir anda kraliyet atlılarının bize doğru geldiğini gördüm. Clayton beni kucaklayıp atın üstüne attı ve koşturmaya başladı.
Atı sürebildiğine şaşırmıştım fakat düzgün durmazsam yere kapaklanacaktım. Fazla hızdan açık ağzıma giren sinekleri çıkarmaya çalışırken bağırdım. "Ne oluyor Clayton!"
Clayton bana cevap veremeyecek kadar odaklanmıştı. Bizi yere düşürmemeye.
-
En sonunda bir söğüt ağacının yanında durduk ve Clayton beni kaldırıp attan inmeme yardımcı oldu.
"Üzgünüm Pearl, seni itmemeliydim ama başka çarem yoktu."
"Ben, ben anlayamıyorum. Biz, Corin'le, şey- ne oldu dedin?"
"Corin de kim?"
"Ben bayıldım mı Bay Clayton?"
"Handayken kraliyettekiler bizi bulunca sizi pencereden atmak zorunda kaldım, sanırım tutunamadınız ve.. bayıldınız. İyi misiniz, kafanızdan darbe aldınız mı?"
"Bir dakika, hayır, ben bayılmadım ben, biz-"
"Kafanı çok sert vurmuş olmalısın."
"Clayton, anlamıyorsun biz ata bindik, şelale bulduk, orada Corin vardı. Beni okuyla vurdu. Hatırlamıyor musun? Söylesene!" Onu omuzlarından tutup salladım. Bayılmamıştım, deli de değildim. Bunlar yaşanmıştı, emindim.
"Sakin olup biraz oturmak ister misiniz?"
Ağacın dibine oturdum ve saçımın kıvrımlarında parmaklarımı gezdirdim. Hatırlamaya çalışıyordum, gerçekti çünkü. Clayton bana endişeli gözlerle bakıyor, dudağındaki ölü derileri koparıyordu.
"Ben," Bir şey söylemek için atıldı.
"Hayır sus, yani dur. Özür dilerim bekler misin düşünüyorum."
O an Clayton'a çok sinirlenmiştim. Belki o da bunun bir parçasıydı; beni deli gibi gösterecek, benim yetkilerimi ve ne kadar istemesem de kraliçe ünvanımı Dorothea'ya vereceklerdi. Nasıl olsa o bana çalışmıyordu. Kraliyete çalışıyordu.
Bir anda Clayton'ın bana yaklaştığını hissettim. Bana çiçeklerden bir taç yapmıştı.
"Bu nedir?"
"Bir taç, kraliçeye layık değil fakat, bir taç."
Sessizce bana doğru eğilip yüzüme düşen buklelerimi kenara çekti. Gözlerimiz biribirine kenetlendiğinde yaptığı tacı saçlarımın üstüne yerleştirdi. Siyah saçları rüzgardan önüne geliyor, gözlerini kırpıştırıyordu. Uzun boyu bana doğru eğildiğinde çok daha belli olmuştu. Kraliçe gibi görünmeyi geçtim, bir prenses gibi bile görünmediğim o anda beni prenses gibi hissettirdi.
Beyaz teni, siyah saçları ile kontrast olan mavi; cam gibi gözleri, bana bakışı, ellerinin sertliğine ve büyüklüğüne rağmen tacı kafama yerleştirirkenki nazikliği..
"Teşekkür ediyorum Bay Clay, gerek yoktu."
Gülümsedi, cevap vermem absürt şekilde uzun sürmüştü. Ben de gülümsedim.
"Saraya dönmem gerekiyor, bunu biliyorsun Clayton. Yaptıkların için teşekkür ederim ancak seni bulurlarsa yaşatmazlar. Sen kaçmalısın, ben geri dönmeliyim. Ait olduğumuz yerlere; ben saraya, sen, sen de istediğin yere."
"Saçmalık!" Sesini yükseltti, "Dönerseniz size iyi davranacakları ne malum? Sizi yaşayan ölü yapacaklar, gitmeyin." Sesi titriyordu, öksürdü.
"Bu konuda söz hakkınız olduğunu düşünmüyorum. Çekilin gideyim, yapmam gereken şey bu. Sonsuza kadar kaçamam. En azından sağlığım güvencede olur ve kalacak bir yerim olur." Ona laf atmışım gibi olmuştu. Amacım bu değildi.
Hiçbir şey söylemeden, yüzündeki hayal kırıklığını gizlemeye çalışarak önümden çekildi.
Atın üstüne çıktım ve ona baktım. Onu yüz üstü bırakmış gibi hissettim. Ama benim vazifelerim vardı, ne kadar kaçmak istersem kaçayım, nereye gidersem gideyim peşimi bırakmayacak vazifeler.
Parlak mavi gözlerine dikkatle baktım, bir daha görmeyecek gibi. Hatırlamak ister gibi. Derken arkasını dönüp yürümeye başladı. Ata gitmesi için hafifçe vurdum ve yola çıktım.
-
Uzun süredir gidiyordum ama nerede olduğumu anlayamıyordum. Yolun karşısında bir kulübe gördüm ve yaklaştım. Attan inip bakındım fakat kimse ortada yoktu. Yavaşça kulübe kapısını araladım ve içeriye göz gezdirdim. Omzuma bir elin dokunmasıyla irkildim ve hemen döndüm.
Karşımda siyah paraçalanmış eteği, kahverengi pelerini ve kan lekesine benzeyen izleriyle önü açık beyaz gömlek giymiş; göz alıcı güzelliği ile bir kadın duruyordu. Hareketleri narin, yavaş ve dikkatliydi. Koyu kahverengi saçları yamuk kesilmiş, belki biraz yanmış görünüyordu.
"J'espere qe je ne t'ai pas fait peur?" *
Fransızca bilmediğimi mi düşünüyordu yoksa gerçekten buralı değil miydi anlayamadan cevap verdim.
"Non, n'etes-vous pas d'ici? " **
Gürültülü bir kahkaha attı ve kafasını yana salladı, "Non, birtanem değilim. Sen? Neden buradasın? Avcısın?"
"Ah hayır, ben şey, hmm evime gidiyordum."
"Ne hoş ki yolun benim evime düştü! İçeri gel, çay içelim hayatım."
"Teşekkürler, acelem var." Ne kadar tatlı bir kadına benzese de beni ürkütmüştü.
"Allez, mais! *** İki genç kadın sohbet ederiz. Buraya pek fazla uğrayanım yok."
Gönülsüzce teklifini kabul ettim ve birlikte kapıdan içeri girdik. Evi ölü porsuk, kürk, çorba ve ıhlamur kokuyordu. Küçücük bir kulübeye o kadar çok eşya sığdırmıştı ki, resmen dip dibe oturduk.
"Nereden geliyorsun canım?" sordu.
"Açıkçası bilmiyorum." Ona doğruları söylemek istemedim.
"Bu güzellik, bu bakış. Kraliyettensin, değil mi?"
Sorusunu korkarak görmezden geldim ve güler yüzle adını sordum.
"Hecate."
Kapı birden açıldı, sesiyle ikimiz de irkildik.
Clayton'du gelen.
-------------------------------------------------------------------------------------
*: Korkutmadım umarım?
**:Hayır, buralı değil misiniz?
***:Hadi, ama!
ŞİMDİ OKUDUĞUN
PEARL & KILICI
FantasiSelam! Kızıl saçlı prenses; kraliyette onu bekleyen vazifeleri, aralarında kaldığı iki erkek ve düşmanlarıyla baş başadır. Seçimleri sadece kendini değil, etrafındaki herkes dahil olmak üzere bütün bir ülkeyi bağlar. Fantastik-Romantik kurgu Umarım...