-Bir- / Arhan Barlas

41 7 52
                                    

Haziran 16, Riva

Etrafı betonla kaplanan manzaranın karanlık siluetini görmezden gelmeye çalışarak, önü kapanmaması bir lütuf olan bu evin deniz manzarasına çevirdim bakışlarımı. Kıyıya vuran köpüklü deniz dalgası ve ilerlerindeki sonsuz maviler içerisinde aradım çocukluğumu. Yoktu. Bunca yıl, kalın bir tortu gibi zihnimin en derinlerine gömdüğüm o anları, şimdi çıkarmaya çalışmak da ihanet gibiydi yıllarıma... Ama havasını koklamadan, yaz mevsiminde bile rüzgarını yemeden unutmuş kalabilmek zordu. Çok zor.

"Nurhan Hanım geldiler..."

Arkamdan gelen sesle, kapatmış olduğum gözlerimi araladım ve döndüm. En son gördüğümde siyahlarının arasında beliren beyazlarına tezat, beyazlarının arasına siyahlar serpiştirmiş saçlarıyla; yaşamın tüm zorluklarına meydan okuyarak dimdik duran omuzlarıyla ve yeşil demenin bin şahit istediği zifir kara gözlerinde, boynundaki fuları rüzgârda zapt etmeye çalışması gibi tutmaya çalıştığı yaşlarla karşımda duran kişi benim halamdı.

"Hoş geldin."

Ve bu da, ateşten bozma, buzdan olma bendim.

Alt dudağını dişlerinin arasında ezerek karşıma kadar ağır adımlarla gelip gözlerinin yeşil karasını dikti gözlerime. Kollarını iki yana açmasıyla birlikte hafifçe kollarının hizasına girer gibi sarıldığımda çözüldü.

"Oy benum, oğlum uşağum! Oy benum, gurbet kuşum! Oy!"

Dişlerimin, dişlerime baskısıyla hafifçe geri çekildiğimde elini uzattı öpmemi ister gibi. Elini tutup, diğer elimi de üstüne koyarak hafifçe bir kere vurup sadece kafa salladım. Bakışlarında birkaç saniye hızla geçen kırgınlık ve toparlanma zaten bunun olacağının bilincinde olduğunu gösteriyordu.

"Hadi gel, içeri geçelim." dedim elini bırakarak. Evin terasından, orta kata, orta kattan giriş kata kadar koluma girerek ağır adımlarla birlikte indik merdivenleri.

"Hiç sevemedim şu basamaklı evleri. Bizim Begümhan'ın da evi böyle! Ne anlarsınız bilmem." Normale dönünce, şivesini yitiren konuşmasına güldüm kendi kendime.

"Yerlere sığamayıp, göklere taşınma sevdası işte. Sanki Zehra Sultan'ın evi düzayaktı da..."

Koltuklara geçip, oturunca boynundaki fuları söküp yelpaze gibi salladı kendisine. "Ev senun babandur! Orasu konaktur da!" dedi tıpkı onun gibi büyük hareketlerle. Uzadıkça artan şiddetli bir kahkahası vardı. Orta sehpanın üzerine kurulan atıştırmalıklara bakmadan, ince belli bardaktaki çaya uzandı. "Getirdin beni de ayağına buralara, yaramaz uşak! Gelseydin de ata evinde, yaylanın soğuğunda bir çay içseydik. Bu ne sıcakdu böyle, ne çay içuluuur, ne nefes alunur!"

"Gören de seni Fransa'ya geldin sanır Hala. Hem, burası da benim ata evim." Hak verir gibi kafa salladığında "teşekkürler, geldiğin için."

"Sen çağır, fizana gelirim ben." dedi bardağı tekrar masaya bırakırken, dizime uzanıp. "Buradasın değil mi artık, dönmeyeceksin gavur eline?"

Bir süre diyecekken, kafa sallayıp "Evet" dedim uzatmadan.

"İyi iyi... İyi ettin dönmekle. El elin eşeğini türkü söyleyerek çağırırmış oğlum. Ne kadar can dostun da olsa Gökhan da dış kapının dış mandalı neticesinde."

"Gökhan benim kardeşim Hala."

Çalan telefon, içimde çalan tehlike çanlarını susturdu.

"Efendim?"

"Geldi mi Nurhan Hala?" dedi Gökhan.

"Evet."

"İyi, ne zaman çıkabilirsiniz?"

YadigârHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin