Merhabalarrrr <3 <3
Nasılsınız? Umarım iyisinizdir.
Altıncı bölümü yazmayı bitirdim, sonra kendi kendime dedim ki,
"Ben yedinci bölüme neden başlamayayım?"
Sonra deli bir kararla yazmaya başladım.
Bu aralar hiç canım fantastik yazmak istemiyor, ama bu kitabi yarıda bırakmak istemiyorum. Yani... Yazıyorum ama, ilerlemiyor. İnanın altıncı bölümü de aralıklarla yazdım.
Bir türlü gelmedi. Bir türlü ilham gelmedi.
Şu an aklımda bir kurgu var ama tam olarak emin olamıyorum. Fantastik değil, günümüz bir kurgu ama şimdilik sadece bir düşünce.
Sizleri çok seviyorum, keyifli okumalar diliyorum!
Not: size aklında bir kurgu var demiştim ya, diyorum ki, acaba siz bana nasıl bir kurgu istediğinizi yazsanız, ben de ona göre yazmaya başlasam.
İkinci not: böylece sizlerinde gönlü olmuş olur.
Üçüncü not: Instagram hesabını hemen size yazıyorum.
Dördüncü not: Instagram hesabı olmayanlar için panom sizlere her zaman açık.
Beşinci not: Instagram hesabım: DilaInal_
***
O cümleler yoktu, gözler vardı bende.
Sadece gözler, sadece bakışlar vardı.
Aşk yoktu. His yoktu. Duygu yoktu. Biz vardık. Sadece biz...
Ben &, o!
Karanlıktı bulunduğumuz yer, karanlık, ıssız.
Bizden başka kimse yoktu. Olmasını isterdim ama kimse yoktu.
Geceydi, hiç olmadığı kadar...
Benim ruhum ölürken, bedenim yas içindeydi.
Sonra sevdim karanlığı. Sevdim ben o gün. Kalbimin en güzel köşelerine sakladım, kimseye göstermedim. Ancak hep orada, kalbimin en ücra köşelerindeydi.
Hak etmiyordu kimse karanlığı görmeyi. Benim karanlığı mı görmeyi hak etmiyorlardı.
Seviyordum, her şeye rağmen, tüm herkese rağmen.
Kucaklıyorum sevgiyle! Mutlulukla, heyecanla!
Ancak kimse görmüyor heyecanımı. Hissedemiyor, yaşayamıyor.
Sadece ben ve sevdiğim karanlık varız.
Ve hep de öyle kalacağız.
Kahvaltı salonu... Büyüktü, oldukça hem de.
Salonun ortasında uzunca duran bir masa vardı. Etrafında o kadar kişi toplanmıştı ki, bir an tüm ülkenin burada olduğunu zannetmiştim.
Bembeyaz bir masa örtüsü, serilmişticam masaya. En baş köşeye kral oturuyordu. Sol yanındaki sandalyeye eşi, sağ tarafına oğlu.
Tam bir aile gibiydiler. Daha bir hafta önce aynı bu şekilde masalarımız dolup taşıyordu. Ben, kardeşlerim, annem ve babam...
İstemsizce gözlerim doldu. Bakışlarımı kaçırıp yere indirdim. Ben güçsüz değildim, hiçbir zamanda olmayacaktım.
Ben... Ben... Bu görevi başarıyla tamamlayacak, evime, aileme gururlu bir şekilde dönecektim.
"Orada ne duruyorsun evlat" kralın sestonu beni kendime getirmeye Yetti. Dikildiğim yere bakıp gülümsedim. Kahvaltı salonunun kapısının önünde, ayakta dikiliyordum. Gözlerim etrafı tarıyor, meraklı bakışların üzerime toplanmasına sebep oluyordu.
Bu dikkatsiz tavrım için özür dilemek ve selam vermek için öne doğru bir adım attım. Fakat, daha ileri gidemeden arkamdan birinin bana çarpmasıyla yere düştüm.
Kendimi yerde bulupta, etrafıma şaşkınca bakarken üzerimdeki beden hareketlendi ve benim canım daha çok yandı. Acı içinde inleyerek ellerimi yere bastırdım. Kalkmalı, bana hatsizce çarpan kişiden hesap sormalı, kral ve ailesine selam verip yerime oturmalı, güzelce kahvaltımı yapmalıydım. Evet, planladığım her şeyi yapmalıydım.
Kraliçenin, "Elina kızın üzerinden hemen kalk" o diğer sesini duydum. Sinirli, aynı zamanda sanki azarlar gibi çıkmıştı.
Üzerimdeki bedenin ayaklandığını, benden birkaç adım uzaklaştığını hissettim. Yüzüm yere bakarken, aptalca bir gülümseme dudaklarımda peyda oldu.
Tanrım neden gülüyorum ben? Gülmemeliyim, hayır, gülmemeliyim...
Saraylarda büyütülmüş, el bebek gül bebek pamuklara sarılmış bir prenses, şu an, yine bir sarayda, yere kapaklanmış bir halde...
Evet, şu an bu anlattıklarımın hepsini ben yaşıyordum.
Çok fena... Çok fena rezil olmuştum ben.
"Daha ne kadar orada yerde, uzanmayı planlıyorsunuz?" Dedi beni buraya kadar getiren hizmetkar." Kalkıp kral ve ailesine selam vermelisiniz. Unuttunuz mu," deyince histerik bir şekilde güldüm. Nasıl unutabilirim ki? Ben de bir prensesim, bana da selam verenler oluyor, selam verdiklerim oluyor.
"Tabii ki de unutmadım. Biliyorsun ki, ben bir gezginim. Gezdiğim, gördüğüm krallıklarda bir çok şey öğrendim." Deyip saçlarımı arkaya doğru savurdum. Rezilliğimi belli etmeden ayağa kalkmalıydım.
Genç kızın imayla yukarı doğru kıvrılan dudaklarını görünce ofladım. Hiçbir şeyde kaçmasın gözümden zaten.
Ayağa kalkıp üzerimde kırışan elbiseyi olabildiğince düzeltmeye çalıştım. Daha sonra bana çarpan kişiyi görmek için bakışlarım etrafta gezindi. Sonuç olarak, bana mahcup bakışlarını gönderen genç bir kızda durdu bakışlarım. Gözlerim kısıldı, daha sonra kaşlarım Çatıldı.
Bana böyle bakmayı bırakıp bir açıklama yapmalıydı zira, hiç iyi şeyler olmayacaktı ve yeni geldiğim yerde çirkefleşmek istemiyordum. İlk izlenim tamamdı, sırada ikinci, üçüncü, dördüncü... Daha bir çok izlenim vardı.
"Bu... Çok hatsizce. Bir açıklama yapmayacak mısın?"
"Haddimi senden mi öğreneceğim? Sen kiminle konuştuğunun farkında mısın," dediğinde dudaklarımda peyda olan gülümsemeyle başımı salladım.
"Bağışlayın, efendim. Şu an kiminle konuşuyorum?"
İki yanında tuttuğu elleri yumruk olmuş, bakışları sertleşmişti. Şu an kırmızı gören bir boğadan farksızdı.
"Karşında prens Aksel'in nişanlısı, prenses Siena duruyor kendine gelmeni temin ederim."
Prens... Nişanlı mıydı? En önemliside, ismi... Aksel miydi?
İtiraf etmeliyim ki ismi güzeldi.
"Biliyor musunuz, umrumda değil. Çünkü benim gördüğüm kişi, karşısındaki insanı kim olursa olsun küçümseyen bir zavallı."
Demiştim ki, salonda bir sessizlik oldu. Herkesin kocaman olan gözlerini, açılan dudaklarını hissediyordum. Ancak kimseyi umursamadan sözcüklerime devam ettim.
"Şimdi, benim de kendimi tanıtmamı ister misiniz? Merak etmeyin, hizmetçi değilim. Ah... Siz benim hizmetçi olmamı isterdiniz, öyle değil mi?" Dedikten sonra sanki hiçbir şey olmamış gibi selam verdim. Tatlı bir gülümseme eşliğinde arkami dönüp yemek masasına doğru ilerledim. Aynı şekilde kral ve ailesine de selam verip oturmamı işaret ettiklerinde usulca prens Aksel'in karşısındaki sandalyeye oturdum.
*
Omuzlarıma atım pelerinimi, beni sıcak tutarken bahçede ilerliyordum. Sarayın bahçesi kocamandı. Kocaman olmasından ziyade huzur vericiydi.
Bahçenin etrafında uzun bir yürüyüşe çıktığımda bakışlarım çiçeklerde, yeni büyümeye başlamış, önem verilerek dikilmiş fidanlar da geziniyordu. O kadın prensin nişanlısıymiş. Ancak o kadını bir prenses olmayı hak etmiyordu. Gözleri fazla kinci, nefret doluydu.
Bir prenses sürekli :-)liydi. Etrafta sahte de olsa gülücükler Saçmalı, insanlara iyilik yapmalıydı. Aksi takdirde halkı onun çok kötü biri olduğunu düşünür, yargılarlardı. Sonuç olarak prenses artık tahtın varisi olabilecek olsa bile olamazdı çünkü halkın gözünde hiçbir şey ifade etmezdi.
İşte, böyleydi prenses olmak. Zorunluluktu. Ölümdü, işkenceydi.
Hem dünyanın en beter işkencesiydi, hem de en güzel şeyiydi.
Uzaklardan adım sesleri duydum, bana doğru Yaklaşan, sessiz, temkinli adımlar. Sonra adım sesleri tam yanımda durdu. Bakışlarım o yönü buldu, ve gördüğüm kişiyle dilimi yutabilirdim.
Prens Aksel... Yanımda, benimle beraber yürüyordu. Düz bakışları anlam veremediğim bir şekilde tam karşısına sabitliydi. Hiç konuşmuyordu. Sadece yürüyordu. Sonra bir anda durdu. Bedeninin yönü bana çevrildi, bakışları gözlerimi buldu.
"Sen, kimsin?"
"Efendim?"
"Sen kimsin diyorum." o benim kim olduğumu anlamış mıydı? Nasıl anlamıştı? Daha bir gün bile olmamıştı geleli. Beni de tanımıyordu. Peki ya, nasıl bu kadar hızlı anlayabilmişti?
"Gez..."
" basit yalanlarla beni kandıracağını düşünüyorsan yanılıyorsun çünkü ben yalan söyleyen kişilerin gözlerinden anlarım" deyince zihnim paramparça oldu. Ne demek istediğini anlamıştım. Onunda gücü buydu değil mi? İnsanların zihnini okumak.
"Ben... Evet, gezgin değilim." istediği cevabı almış olmalı ki, dudakları yukarı doğru kıvrıldı, gözleri
"İşte beklediğim cevap!"
Dercesine parladı. Zafer bakışları eşliğinde dudakları tekrar aralandı, ve o can alıcı soruyu sordu.
"Gezgin değilsen, kimsin?" Yalan söylediğim an anlayacağı için, " prensesim," diye itiraf ettim. "
Terravita"
Krallığının, vârisi prenses Freya."
Duydukları karşısında gözleri kocaman oldu. Bir prenses olmamı beklemiyordu. Özellikle var olduğu bile şüpheli bir krallıktan birini görmeyi beklemiyordu"
"Terravita mı?"
Onayladım. Bakışları değişti, şaşkınlık yerini meraka bıraktı.
"Sana iki soru soracağım: bir: böyle bir krallık var mı? İki: burada ne işin var?"
Derin bir nefes aldım. Gözlerimi kapattım, açmamak ister gibi bir süre öylece gözlerim kapalı bekledim. Daha sonra usul usul açtım gözlerimi. Baktım karşımdaki adama ve, konuşmaya başladım.
"İlk soruna gelecek olursam, evet, öyle bir krallık hep var, hepte var olacak. İkinci sorun ise, savaş engellemek için buradayım. Savaşın olmamasını sağlayacağım ve herkesin mutluluk, huzur içinde yaşamasını sağlayacağım. Ancak Savaşan tek kişi ben değilim. Abilerim de bu işin içinde. Hepsi kendi elementlerinin bulunduğu krallıklara gittiler. Orada bir ajan olarak yaşayacaklar. Savaşı engellemek için, bahane bulup onları durdurmaya çalışacaklar." Bunları ona anlatmam belki doğru bir şey değildi, ancak yalanda söyleyemezdim çünkü gözlerimin içine bakarak anlayabilirdi.
O'na yalvarır gibi baktım." Bunları herkezden sakla. Kendinden bile sakla çünkü bu savaşın olmasına izin vermeyeceğim. İzin vermeyeceğiz." Ondan uzaklaşırken bir tepki vermesini bekleyecek durumda değildim. Odama gidip bir süre olanları düşünüp kafayı yemeye ihtiyacım vardı.
*
Odama geldiğimde derin bir uyku çekeceğimi, rahatlayacağımı düşünürken karşımda kanatlarını her iki yana açmış bir kuş görmeyi düşünmüyordum. Gözleri alev alev parlıyor, ateş gibi gözüküyordu. Üstelik her tarafı kızıl bir örtüyle kaplıymış gibi tüylerini arasında görünen derisi bile kırmızıya bürünmüştü.
Bu görüntü karşısında korkmamak elde değildi. Bir adım geriye çıkarken, "S-sende kimsin," diye fısıldadım.
Kanatlarını bana bir şey söylemek ister gibi hareket ettirdi. Daha sonra odanın içinde yavaş yavaş havalanmaya başladı. Bana göstermek istediği bir şey var gibi, odanın içinde gezinmeye başladı. Alev alev yanan gözleri etrafı tarıyor, aradığı şeyi bulmaya çalışıyordu.
Sonunda annemin saraydan ayrılmadan önce bana verdiği mektubu buldu. Oraya doğru uçarak rafın yanında durup gözlerini bana dikti. Gelmemi istiyor gibiydi. Yanına gitmemi, mektubu almamı, okumamı istiyor gibiydi.
Benden istediklerini yaptım. Ona doğru yürüdüm, mektubu elime aldım, mührünü kırıp içindeki dörde katlanmış kağıdı çıkardım. Kaplanmış katmanları açarken gözlerim sürekli kuşu buluyor, ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalışıyordum.
Sonunda katmanlar açıldı, bir perşomen parçası ortaya çıktı. Bakışlarım kağıtta yazan cümleleri bulduğunda annemin o güzel elyazısı beni karşıladı.
"Güzel kızım!"
Diye başlıyordu, sonra o güzel cümleler dökülüyordu.
" bu mektubu ne zaman okursun bilemiyorum. Belki de önemsiz bir şey olarak göreceksin, belki de varacağı noktayı bekleyeceksin. Ancak mektubu ne zaman okuduğun sana yazacaklarımı değiştiremeyecek."
Günler sonra annemin sesini duyuyor gibiydim. Bana o güzel sesiyle bir şeyler anlatmaya çalıştığını, bana yine çocuk olduğum zamanlarda masal okuduğunu hissediyordum. Gözlerim doldu, kağıttan bakışlarımı çekmek zorunda kaldım. Gözyaşlarımın o güzel yazıyı kirletmesini istemiyordum.
" abilerin bir şekilde görevlerinin üstesinden gelecektir. Ancak, senin daha çok yardıma ihtiyacın var kızım. Hayır, sakın sana inanmadığımı, güvenmediğimi düşünme lütfen. Sana inanıyorum, sana çok güveniyorum fakat yaşamalısın. Yaşamalısın güzel kızım. Benim için, baban için, kardeşlerin için yaşamalısın. En önemlisi de Ülken için yaşamalısın. Şimdi bu yazacaklarımı iyi oku, dediklerimi harfi harfine yap."
Derin bir nefes aldım. Zaten istediklerini yapıyordum. Başka ne yapabilirdim ki? Daha ne kadar canımı tehlikeye atabilirim?
" sana gönderdiğim kuş, bir Anka. Evet bu evrende ankalarda var. O o kadar güçlü bir kuş ki, sana çok yardımcı olacak. Seni tüm kötülüklerden, kötücül düşüncelerden koruyacak. Başın belaya girdiği an o seni kurtaracak."
Gözlerim kağıttan ayrılıp kuşu buldu, yani Anka'yı. Annemi onaylanmak ister gibi kanatlarını hareket ettirince gülümsemeden edemedim.
"Şimdilik bu kadar. Çok üzülerek artık mektubunu bitirmeliyim. Seninle konuşmam gerek. Şu an odamdasın, masamın karşısındaki koltukta bana bakıyorsun. Üzgün gözlerin üzerimde, ben sana mektup yazıyorum. Güvende olman için. Buraya geri dönüp annenin babanın kolları arasına girebilmen için..."
"Seni her zaman seven, annen..."
Gözlerimden yaşlar akarken sadece düşünüyordum. Annem beni koruyabilmek için nelere bulaşmıştı. Bir an kayı beni koruması için göndermişti. Artık bir Ankam vardı. Kızıl tüyleri ona ihtişamlı bir görüntü sunan bir Ankam.
Bu konu hem komikti, hem heyecan vericiydi, hem de ilginçti. Bir ankaya sahiptim ve onu nasıl saklayacağımı bilmiyordum. Odamda mı saklayacaktım? Bu nasıl olacaktı? Annem bunu da düşünmeliydi. Yakalanmamak için ankayı güvenli bir yere saklamalıyım.
***
Oh be bir bölümünde sonuna geldik çok mutluyum ve yorgunum...
Aksel'in her şeyi öğrenmesi, Freya'dan neredeyse hesap sorması, beni hem sinirlendirdi, hem de onların konuşmak için bir bahanesi oldu!
Bir de Aksel'in nişanlı olması benim tepemi attırdı!!! Biliyorum... Çok vicdansız bir yazarım ama, yapacak bir şey yok. Beni böyle kabul edeceksiniz.
Yani... Kabul edin lütfen...
Neyse kendimi fazla rezil etmeden sorulara geçelim:
Sizce kızımız ankayı nerede saklayacak?
Annesi bu konuda bir şey düşünmemiş midir?
Aksel, her şeyi öğrendikten sonra izleyeceği yol sizce ne olacak?
Prensesin sırrını saklayacak mı, yoksa onu deşifre ederek krallığına geri mi göndertecek?
Evet!!! Bu kadardı sorularımız aşklarım✨ bu arada hiç sormadınız ama... Bugün benim kardeşimin doğum günü🎂 bu sebeple size bölümü hızlıca yazıp attım! Kardeşim için olsun bu hediye size!💝💝
Görüşmek üzere aşklarım!👋
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SAKLI TAÇ (düzenleniyor)
FantasyArkadaşlık, güç ve aşk arasında sıkışıp kalan bir prensesin epik hikayesi... Dört elementin hüküm sürdüğü farklı krallıkların çatışmasıyla başlayan bir savaşın önlenmesi için atılan cesur bir adım. Freya, gezgin kimliği altında girdiği krallıklarda...