1. İLK PERDE

30 7 5
                                    

...Yıllar Önce Bir Pazar Gecesi...

???

Gözlerimin önünde koca bir cehennem duruyordu. Ateşlerin boyu gökyüzüne kadar ulaşırken yerde oturan aciz bedenim ile Tanrı'dan yardım istemekten bile geç kalmıştım.
Her daim aynı dakikayı sayan saatler, o an bana yılları aynı anda saydı.

Kulaklarıma dolan siren sesleri ile gerçeklik ve cehennem arasında kaldım.
Önümde duran bu cehennemi söndürmek için geç kalmayı bırak hiçbir okyanus bile yetmezdi artık.
Yanmış kollarıma bakarken insan sesleri duydum.

Kül olmuş hayatıma bakarken, ayağa kalkarak tekrar gözlerimin önündeki kor ateşi izledim.
Burası bir hayatın bittiği ve başka bir hayatın başladığı bir cehennem olmuştu.
Burası Güneş'in cehennemiydi.
Burası benim cehennemimdi.
Siyah saçlarımın arkadasında saklanan yaşlı gözlerim ile uzaklaşırken adımlarım sekiz gibi saydı.

Buradan kaçmak istiyordum ama adımlarım gitmek istemiyormuş gibi geri sayıyordu.
O an karşımda iki gölge gördüm. Ayak uçlarıma vuran gölgeleri inceledikten sonra kafamı hafifçe yukarı kaldırdım.
"Gidelim buralardan." Dedi.
"Kaçalım." Diyerek kabul ettim, ateşin turuncu ışığı geceyi aydınlatan tek ışık olurken...

(Günümüz) Asinra'dan

Küçük rüzgarlarla bile savrulabilecek bir çiçek gibi olan vücudum, en ufak darbede bile yıkılırdı.
Yılların değil, yaşanmışlıkların verdiği o bıkkınlık hissi, her uykuya dalmadan önce bana kendini hatırlattırırdı.
Kendimi bırakırsam kendimi bir daha bulamayacağımı biliyordum ama kendimi kaybetmekten asla korkmamıştım.

Benim tek korkum yalnız kalmaktı.
Çocukken bile yalnız kalmamak için pencerenin pervazına oturur, bacaklarımı aşağı sarkıtarak insanları izlerdim. Bu benim için sıradan bir alışkanlığa dönüşürken insanların gözlerinde utangaç bir çocuktum.
Porselen gibi ten, kömür gibi siyah saçlar.
Dönüp aynaya baktığımda karşımda duran kişinin, yaşayan bir insan olduğuna inanmak, çok daha zordu yaşamaktan.
Bu aynalara küsmeme neden olmaktansa onlara daha çok bakmama sebep olmuştu.

Bir şeyler arar gibi gözlerim tüm çehremde gezinir ardından umutsuzlukla tekrar gözlerimin içine bakardım.
Orada bulurdum yaşayan insanı.
Yaşayan, var olan bir insan.
O yeşillerin ardında gerçekten yaşayan bir ben vardı. Kendi şehrinde, kendi hayatında...

Birbirimizin farkında olup, birbirimizden farklı hayatlar yaşayan iki insan gibiydik ancak ortada ne iki insan vardı ne de farklı hayat.
Aynı hayat, farklı açılar.
Aynı insan, farklı duygular.
İç çekerek ellerimi saçlarımın arasına geçirirken göz ucuyla saatti kontrol ettim.

21:02.

Yavaş bir şekilde koltuktan ayağa kalktığımda masadaki soğumuş kahve bardağımı alarak mutfağa gittim.
Kahve bardağımı yıkarken kapı kilidinin açılma sesi evin içinde yankılandı.
"Ben geldim." Elimdeki kahve bardağını bırakırken sırtımı tezgâha yasladım.
"Hoş geldin de pek mi geç kaldın?" Neva kızarmış yanakları ve ıslanmış saçları ile karşımda dururken kendini sandalyenin üzerine attı.

"Buranın İstanbul olduğunu unutuyorsun. Çok kalabalık burası. Bugün, metrolar yağmur yüzünden çok daha doluydu."
Kafamı hafifçe sallarken Neva hafifçe gülümsedi ve tek kaşını havaya kaldırarak bana baktı.
"Bir sıcak kahveni alırım."
Gözlerim hafifçe az önce yıkadığım kahve bardağına kayarken omuz silktim.
"Evet, iki sıcak kahve."

                              ☕︎☕︎☕︎

Saat 04:22

Dışarıdan gelen köpek sesleri ile yatağımdan kalkerken ağır adımlarla pencereye yaklaştım ve perdenin kenarından dışarıya baktım.
Görünürlükte hiçbir şey yoktu. Hafifçe esneyerek mutfağa giderken her adımımda tahta döşemeden gelen gıcırdama sesleri evin içinde yankılanıyordu.

Mutfağın ışığını açmaya gerek duymadan içeri girip buzdolabının kapağını açtım.
Gözlerim su şişesini ararken havlama sesleri tekrar yükseldi.
Gürültüye omuz silkerek dolaptaki su şişesini alıp sandalyeye oturdum. Parmak uçlarımla tuttuğum şişeye göz gezdirirken etrafı aydınlatan şimşek ile duraksadım.

Ardından köpek seslerini apartmanın içinde duyduğumda ayağa kalkarak kapıya yaklaştım.
"Hmm? Sanırım birileri ıslanmayı sevmiyor ha?" Sarı bir köpek yağmurdan ıslanmış tüyleriyle bana bakarken hızlı bir şekilde içeri girmesi bir oldu.

Kapıyı tekrar kapatırken ışıkları açtım ve karşımda duran köpeğe baktım.
"Sokak köpeği değilsin sen. Tasmanda var. Neymiş bakalım adın." Köpeğin önünde nazikçe eğilirken tasmasını elime aldım.
"Şans... Tam senlik bir isimmiş."
Hafifçe gülümsediğimde Şans kuyruğunu sallayarak üzerime doğru atladı.
"Hayır... kurumadan bunu bana yapamazsın." Yüksek sesle iç çekerken Şans'ı kucağıma alarak banyoya doğru yürüdüm ve dolaptan çıkardığım bir havluyla Şans'ı kurulamaya başladım.
"Biraz sakin dur." Şans ne dediğimi anlar gibi olduğu yere otururken sakince onu kurulamamı bitirmemi bekledi.

Şans'ı kurulamayı bitirirken tok bir ses evin etrafında yankılandı.
"Şans! Şans! Gel oğlum buraya."
Şans bir anda sesin geldiği yere koşmaya başlayınca arkasından iç çekerek ilerledim.
"Tamam, sakin ol. Sahibine götüreceğim seni." Şans kapının yanında dururken kapıyı açmamla birlikte kaybolması bir oldu. Hemen merdivenden indi ve dış kapıdan sahibine koşmaya başlarken terliklerimi giyerek dışarı çıktım.
"Gel oğlum buraya!"

Siyah kapüşonlu bir adam yağmurun altında Şans'ı kucaklarken bu manzara nedensiz bir şekilde beni huzurlu hissettirmişti.
Uykulu gözlerle bir süre bu sevimli manzarayı izledikten sonra esneyerek içeri girerken tok sesin sahibi tekrar konuştu.
"Uhm... teşekkür ederim... hanımefendi."

Adamın teşekkür ettikten sonra bana nasıl hitap edeceğini düşünmesine kıkırdarken ıslanmamak için kapının girişinde durdum.
"Asinra ve rica ederim." Adam kafasını hafif doğrulttuğunda uzun zaman sonra hissetmediğim bir duygu ile tekrar sarsıldım.
Şaşkınlık.
Aramızda belki altı metre ya da sekiz metre vardı ancak gözlerinin rengi o kadar saftı ki...

Mavi demek isterdim ama mavi değildi.
Yeşil de değildi. Turkuazda değildi.
Dışa doğru mavi gözleri göz bebeğine yaklaştıkça yeşil olmuştu.
Birkaç saniye hiçbir şey demeden öylece durduğum da yine beni kendime getiren şimşek sesi ile irkildim.

"Uhm...şemsiye vermemi ister misiniz?" Beceriksizce konuştuğumda adam, Şans'ı kucağına alarak kafasını salladı.
"Aslında verirseniz güzel olur. Yarın buradan geçerken şemsiyenizi geri getiririm."
Hiçbir şey söylemeden tekrar eve girdiğimde askılıkta olan şemsiyeyi alıp dışarı çıktım. O an aramızdaki mesafe daraldıkça gözlerini daha yakından görebildim.

Bu gözlerin ardında benimki gibi kendi şehrinde yaşayan bir ruhun varlığını hissetmem zor olmadı.
Adama şemsiyeyi uzattığımda tek eliyle şemsiyeyi kavradı.
"Güneş ben. Bu mahallede oturuyorum bende."
Kapüşonunun altında parıldayan gözlerine bir de sokak lambasının ışığı vurunca çehresini daha rahat bir şekilde inceledim.

Düz hatları ve hafif sakalları vardı. Saçları tahminen siyahtı ve ten rengi benimki kadar olmasa da açıktı.
Aynada kendi yansımama bakar gibi onun çehresini inceledikten sonra şemsiyeyi bırakıp yağmurun ıslattığı saçlarımı geriye doğru attım.

"Bu saatte tanıştığımıza memnun olmasam da yarın tekrar uygun bir saatte gelirseniz memnun olacağım." Şakacı bir ses tonuyla konuştuğumda Güneş şemsiyeyi tek eliyle açıp üçümüz için tuttu.

"Bundan emin olacağım. İyi akşamlar." Güneş yavaş adımlarla uzaklaşmaya başladığında hafifçe gülümsedi. Bende karşılık olarak küçük bir tebessüm vererek evime geri döndüm.
Kapıyı ardımdan kapattığımda duvarda duran saatte baktım.

05:00.

Uyuşuk adımlarla yatağıma geri dönüp ıslak saçlarımı umursamadan kendimi yatağa bıraktım.
"Ne garip adam ha..." kendi kendime mırıldanırken gözlerimi yummuş çoktan uykuya teslim olmuştum ve rüyamda kendimi boş bir parkta buldum.

Önümde iki salıncak vardı. Biri kırmızı diğeri mavi. Mavi olanın demirleri paslanmıştı ancak kırmızı hâlâ yeni gibi duruyordu. Yavaş adımlarla kırmızı salıncağa doğru ilerlerken o parkta yalnız olmadığımı arkamdan gelen ıslık sesiyle anladım ve sonra o ıslık sesi bir mırıltıya dönüştü.
"Tesadüf mü sence?"

Geçmişin KuklalarıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin