"Sen benim ilk şiirim. İlk sigaram, ilk aldanışımsın be. Sen benim ilk yorgunluğumsun."
Gözlerimle aşkın bulaştığı her işin çetin geçirdiği bir kışı olduğunu görmüştüm. Peki insanlar neden aşık olurdu? Ya da bazıları aşkı coşkuyla yaşarken, ben ve benim gibiler neden yaşayamıyordu? Bu kaderde böyle mi yazıyordu? Aşkı yaşayamadan gidecekler zavallı olarak anılır mıydı sahi? Aşkı yaşamak istiyordum, ama kendimi tutup aşkın o çetrefil, hırpalayıcı, karışık, acılarla dolu, vahşi, bencil ve düşmanca yollarında gezinmeye çıkmıyordum, iyinin ve kötünün bu kadar açık bir biçimde önümde durduğu bir seçimde neden kötü olanı, yani aşkı seçecektim ki ? Aşk yorucuydu, aşk bütün bu tehlikeleri göze aldıracak kadar çekiciydi ve o çekiciliğin kenarında dolaşıp biraz eğlenip sonra yoluma devam ederim dersen, farkına bile varmadan sınırı geçip aşkın ormanlarına dalıveriyordun.
Benim aşka verecek vaktim yoktu. Benim meşalem öfkemin ve nefretimin verdiği alevle tutuşmuştu, öfkem dindiğinde meşalem sönecekti. Ben sönecektim.
Bazen aynaya gözlerimde öfkeden başka bir şey görme ümidiyle bakardım, ama gördüğüm şey hep aynı olurdu. Mavileri ateş kızılına bürünmüş gözler..
'Neden?' dedim onlarca kez. 'Neden o kadar günahkar varken acı çeken benim, biziz?'
Ama kaç kez sorarsam sorayım bir cevap bulamıyordum.
Yalnızdım işte. Hep yalnız olmak zorundaydım ben. Fıtratım da yalnızlık yazılmıştı benim. Bazen kendi kendime söz veriyordum bu intikamdan vaz geçip kendime yeni arkadaş ortamları kuracağıma dair. Ama sonra içimdeki dürtüler dilime kilit vurup susmamı söylüyordu bana. Kendi kendime plan yapamıyordum. Benliğimle yalnız kalamıyordum hiç. Kaldığımda da susuyordum. Sanki bir tünelde beni yalnız bırakıp çekip gitmişler gibi hissediyordum. Ölümümü bekliyordum. Sessizliğimin ölümünü...
Şu anda da öyleydi. Sadece camdan dışarıyı izliyordum. Sessizdim ve susuyordum. Yalnızdım, şaşılmayacak boyutta yalnız. Kürşatla en son bir hafta önce arabada konuşmuştuk, sonrasında beni evime bırakıp gitmişti. Şu anda da sınıfta beynimin içinde tepinen çekirgelerden fırsat buldukça dersi dinlemeye çalışıyordum. Arada bakışlarım Devrim'i buluyordu. Onunda bana baktığını görünce bakışlarımı kaçırıyordum. Özür dilemeliydi. Yargısız infaz yapmıştı. Beni dinlemesi gerekirken arkasını dönüp gitmişti.
İyi arkadaşlar böyle yapmazdı öyle değil mi?
'Sen çok bilirsin ya iyi arkadaşlığı' diye geçirdim içimden. Ben dostluk meyvesinin tadına Devrim'in ikramıyla bakmıştım, aşk ise dalında çürümeyi bekliyordu.
Gözlerimi kapatıp beynime saldıran düşüncelerin orayı terketmelerini bekledim. Devrim'le çok fazla anım vardı ve eğer anılarımın beni terketmesini de beklersem çırılçıplak kalacağımı biliyordum. Beni ben yapan anılarımdı, acılarımdı.
"Düşüncelisin?" dedi, kapalı gözlerimi açmaya teşvik eden Devrim'in sesi. Yanıma mı gelmişti? Oysa ki ben barışmayız sanıyordum, bana kırgınlığı geçmez diye düşünmüştüm. Hoş bende ona kızgındım ama...
"Öyle," diye yanıtladım, Devrim'in bana boş bakan gözlerine bir anlam yüklemeye çalışırken.
"Küs müyüz?" Diğer parmaklarını avucuna doğru büküp serçe parmağını bana uzatmıştı –ki bu bizim barışma işaretimizdi. Uzun zamandır küsmediğimizden dolayı 'serçe içeri' hareketini yapmıyorduk. Devrim bu harekete 'serçe içeri' ismini vermişti, serçe parkmak avucumuza katlanınca barışmış oluyorduk. Daha çok çocukken kullanılan bu işaret gülümsememe sebebiyet vermişti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ayın Gölgesinde
RandomGözlerimi kapattım. Beni burası sahiplenmişti. Bu uçurumun sarp kayalıkları içine çekiyordu sanki beni. Uçları sivri, sert kayalar benim bilinç altımın temsilcisiydi adeta. Benim yerim bu kayalıkların arasıydı. Benim annem deniz, babam gökyüzüydü. A...