İkinci bölüm

49 34 0
                                    

Uyanınca, patronumun iki günlük izin istediğim zaman niçin hoşnut kalmadığını anladım. Bugün günlerden cumartesi. Neredeyse unutmuştum, ama yataktan kalkarken aklıma geliverdi. Patronum, pek doğal olarak, pazarla birlikte dört günlük bir iznim olacağını düşünmüştü. Bu da hoşuna gitmezdi elbet. Ama, bir kere anacığımı bugün değil, dün gömmüş olmakta benim kabahatim yok. Öte yandan da yine nasıl olsa cumartesi ile pazar benimdi. Kuşkusuz bu da patronuma hak vermeme engel değil.

Kalkmakta bir hayli güçlük çektim. Çünkü dün çok yorulmuştum. Bir yandan tıraş oluyor, bir yandan ne yapacağımı kendi kendime soruyordum. Gidip denize girmeye karar verdim. Tramvaya binip limandaki deniz hamamına gittim. Suya daldım. Denizde birçok delikanlı vardı. Orada Marie Cardona'ya rastladım. Eskiden, çalıştığım dairenin daktilosuydu. O zamanlar pek içim çekmişti. O da öyleydi sanırım. Onun bir şamandıra üzerine çıkmasına yardım ettim, bunu yaparken de elim memelerine dokundu. Ben daha sudayken o şamandıranın üzerine yüzükoyun uzanmıştı. Bana doğru döndü. Saçları gözlerine girmişti. Yüzü gülüyordu. Şamandıraya tırmanıp yanına vardım. Başımı şakacıktan geriye salıverdim, karnının üzerine koydum. Sesini çıkarmadı, ben de öylece kalıverdim. Bütün gökyüzü gözlerimin içindeydi; mavi ve altın sarısı. Ensemde, Marie'nin hafif hafif atan karnını hissediyordum. Şamandıranın üzerinde, yarı uyuklar halde, uzun zaman kaldık. Güneş fazlasıyla yakmaya başlayınca, Marie denize daldı, ben de arkasından. Onu yakaladım, elimi beline doladım, yan yana yüzdük. O, hep gülüyordu. Rıhtımda kurulanırken, "Ben sizden daha esmerim," dedi bana. Gece sinemaya gelir mi, diye sordum. Yine güldü. "Fernandel'in oynadığı bir film görmek isterdim," dedi. Giyindiğimiz zaman, beni siyah boyunbağıyla görünce çok şaşırdı, "Yaslı mısınız?" diye sordu. "Anam öldü," diye karşılık verdim. Ne zaman öldüğünü sorunca "Dün," dedim. Hafifçe irkildi, ama hiçbir şey söylemedi, içimden, bunda benim bir suçum olmadığını söylemek geldi, ama kendimi tuttum. Bunu daha önce patrona söylediğimi anımsadım. Hiçbir anlamı yoktu bunun. İnsan her zaman az buçuk suçludur.

Akşam, Marie her şeyi unutmuştu. Film saçmaydı, ama yine de yer yer eğlendiriciydi. Marie bacağını bacağıma dayamıştı. Ellerimle memelerini okşuyordum. Seans sonunda Marie'yi öptüm, ama yarım yamalak. Sinemadan çıkınca evime geldi.

Uyandığım zaman Marie ortalarda yoktu. Teyzesine gitmesi gerektiğini söylemişti. Günlerden pazar olduğunu anımsadım. Canım sıkıldı: Pazar günlerini sevmem. Yatakta, bir yandan bir yana döndüm, yastıkta, Marie'nin saçlarının bıraktığı tuz kokusunu aradım, sonra saat ona kadar uyudum. Sonra da yattığım yerde öğleye kadar bir sürü sigara içtim. Her zamanki gibi, Celeste'lerde yemek yemeyi canım çekmiyordu. Kuşkusuz bir sürü soru soracaklardı. Bense, böyle şeylerden hoşlanmıyordum. Kendime bir yumurta pişirdim. Ekmeğim yoktu, aşağıya inip almak da istemiyordum, öylece sahanı ağzıma götürerek ekmeksiz yiyiverdim.

Yemekten sonra, biraz canım sıkıldı, odadan odaya dolaştım durdum. Anacığım varken, ne rahattı burası. Şimdi ise, bana çok büyük geliyor. Bu yüzden yemek odasının masasını kendi odama taşımak zorunda kaldım. Artık bu odada çukurlaşmış hasır iskemleler, aynası sararmış dolap, tuvalet masası ve bakır karyola arasında yaşıyorum. Gerisini yüzüstü bıraktım. Biraz sonra, bir şeyler yapmış olmak için elime bir gazete aldım, okudum. Kurschen tuzlarıyla ilgili bir ilanı kestim, gazetelerden hoşuma giden şeyleri kesip koyduğum eski deftere yapıştırdım. Ellerimi yıkadım sonra balkona çıktım.

Odam mahallenin anacaddesine bakar. Öğleden sonra hava güzeldi. Ama kaldırımlar yağlı yağlıydı. Gelip geçenler tek tüktü. Onlar da acele ediyorlardı. Bunlar, başta, gezinmeye çıkan ailelerdi: önden pantolonları dizkapaklarının üstünde, yeni elbiselerini yadırgayan, gemici kılıklı iki oğlan çocuğu ile, kocaman pembe kurdeleli, parlak siyah ayakkabılı bir kız çocuğu geliyordu. Onların arkasından, açık kahverengi ipek fistanlı, iriyarı anneleriyle, uzaktan tanıdığım sıska, zarif bir adam olan babaları geliyordu. Adamın başında hasır şapka, boynunda papyon kravat, elinde bir baston vardı. Karısıyla bir arada görünce, ona mahallede niçin zarif dediklerini anladım. Az sonra mahallenin pırıl pırıl saçlı, kırmızı boyunbağlı delikanlıları geçti. Ceketlerinin belleri ipinceydi. Küçük ceplerine markalar işlenmişti; ayakkabılarının burnu dört köşeydi. Kentin göbeğindeki sinemaya gidiyorlardır, diye düşündüm. Onun için böyle erkenden yola düşmüşler, kahkahalar ata ata tramvaya doğru koşuyorlardı.

Onların ardından, sokak yavaş yavaş tenhalaştı. Galiba her yerde sinemalar, tiyatrolar başlamıştı. Sokakta dükkâncılardan, kedilerden başka kimse kalmamıştı. Yol boyunca uzanan incir ağaçlarının üstünde gökyüzü duru, ama parıltısızdı. Karşı kaldırıma tütüncü bir iskemle çıkardı, kapısının önüne koydu. Kollarını arkalığına dayayıp bacağının birini bir tarafına, birini öteki tarafına atıp oturdu. Az önce, hınca hınç dolu olan tramvaylar, şimdi hemen hemen boştu. Tütüncünün yanındaki küçük kahvede garson boş salona talaş serpip süpürüyordu. Bugün gerçekten pazardı.

İskemlemi tütüncününki gibi ters çevirdim. Böylesi bana daha rahat geldi. Üst üste iki sigara içtim, içeriye gidip bir parça çikolata aldım, pencerenin önünde yedim. Az sonra gökyüzü karardı. Bir yaz fırtınası kopacak sandım. Ama, yavaş yavaş açıldı. Fakat bulutların geçişi sokakta sanki bir yağmur müjdesi bırakmış ve onu daha da karartmıştı. Uzun zaman gökyüzüne baktım durdum.

Saat beşte tramvaylar gürültü patırtıyla sökün ettiler. Banliyö stadyumlarından, basamaklara tünemiş, kapı demirlerine salkım salkım asılmış seyircileri taşıyorlardı. Arkadan gelenler de oyuncuları getirdiler. Onları ufak çantalarından tanıdım. Avaz avaz haykırıyor, göğüslerini yırtarcasına, "Ölmez bizim kulüp," diye şarkılar söylüyorlardı. Birçokları bana el işaretleri yaptılar. Hatta birisi, "Haklarından geldik," diye bağırdı bile. Ben de başımı sallayarak, "Evet!" dedim. Sonra, otomobiller sökün etmeye başladı.

Gün biraz daha ilerledi. Çatıların üzerinde, gökyüzü kızıllaştı ve ilk karartılarla birlikte, sokaklar da canlandı. Başkaları arasında zarif bayı tanıdım. Çocuklar ağlaşıyor ya da ayak sürüyorlardı. Hemen o anda mahallenin sinemaları sokağa bir seyirci dalgası boşalttı. Aralarındaki delikanlıların davranışları her zamandan daha ataktı. Bir serüven filmi görmüşlerdir, diye düşündüm. Kent sinemalarından dönenlerse biraz daha geç geldiler. Onlar daha ciddi gibiydiler. Hâlâ gülüyorlardı, ama zaman zaman yorgun ve düşünceli görünüyorlardı. Sokaktan ayrılmadılar, yaya kaldırımlar arasında mekik dokumaya başladılar. Mahallenin kızları, başları açık, kol kola girmişlerdi. Delikanlılar punduna getirip karşılarına çıkıyor, yanlarından geçerken laf atıyor, kızlar da, başlarını çevirip çevirip gülüşüyorlardı. Aralarından birçoğunu tanıyordum. Bana işaretler yaptılar.

O anda, sokağın fenerleri birden yanıp geceyle birlikte ışıldayan ilk yıldızları solduruverdi. İnsan ve ışık yüklü bu kaldırımlara baka baka gözlerim yorulmuştu. Sokak lambaları yağlı kaldırımları parlatıyordu. Tramvaylar, düzenli aralıklarla ışıklarını parlak saçlar, gülümseyen bir çehre ya da gümüş bir bilezik üzerine saçıyordu. Az sonra, tramvaylar git gide seyrekleşti ve ağaçlarla lambaların yukarısında daha da kararan geceyle birlikte, mahalle de hissedilmez biçimde boşaldı. İlk kedi, yeniden tenhalaşan sokağı bir yandan bir yana ağır ağır geçti. O zaman akşam yemeğini yemek gerek, diye düşündüm. İskemlenin arkalığına uzun zaman dayanıp kaldığım için biraz boynum tutulmuştu. Aşağıya inip ekmek ve makarna aldım. Yemeğimi pişirip ayakta yedim. Pencerede bir sigara daha tellendirmek istedim, ama hava serinlemişti. Biraz üşüdüm. Camları kapadım, geri dönerken, aynada gözüme bir masa kenarı ilişti; üzerinde ekmek parçaları, yanında ispirto ocağı vardı. Yine bir pazar daha geçip gitti, anacığım şimdi topraklar altında yatıyor, yine işimin başına döneceğim ve sonunda, her şey eski hamam eski tas, diye düşündüm...

YabancıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin