Öyle şeyler vardır ki, oldum bittim sözünü bile etmek istememişimdir. Hapse girdiğim zaman, birkaç gün içinde, hayatımın bu parçasından söz etmek istemeyeceğimi anladım.
Daha sonraları bu türlü tiksinti bana artık önemli görünmedi. Gerçekte, ilk günler pek de hapiste sayılmazdım: belli belirsiz, yeni bir şeyler bekliyordum. Her şey, asıl, Marie'nin ilk ve biricik ziyaretinden sonra başladı. Mektubunu aldığım günden (karım olmadığı için bir daha gelmesine izin vermediklerini yazıyordu), işte o günden beri artık hücremin kendi evim olduğunu, hayatımın da oracıkta duraklayıvereceğini hissettim. Tutuklandığım gün, beni, önce çoğu fellah olan bir sürü tutuklunun bulunduğu bir odaya tıktılar. Beni görünce güldüler, ne yaptığımı sordular. Bir fellah öldürdüm, dedim. Ağızlarını açmadılar. Az sonra, akşam bastırıverdi. Üzerinde yatacağım hasırı nasıl düzelteceğimi gösterdiler; hasırın uçlarından biri kıvrılarak, yastık yapılabiliyordu. Bütün gece tahtakuruları yüzümde cirit oynadı. Birkaç gün sonra, beni tek başıma bir hücreye kapadılar. Orada bir tahta kerevet üzerinde yatıyordum. Hücrede oturak olarak kullanılan bir kap, bir de demir bir küvet vardı. Cezaevi kentin ta yukarılarındaydı: küçük bir pencereden denizi görebiliyordum. Bir gün, pencere demirlerine tutunup yüzümü ışığa doğru uzatmıştım, içeriye bir gardiyan girdi, bana ziyaretçi geldiğini söyledi, içimden, Marie'dir dedim. Gerçekten de oydu.
Konuşma salonuna gitmek için upuzun bir koridordan geçtim; sonra merdivenleri tırmanıp bir başka koridora daldım. Geniş bir pencereyle aydınlanan koskoca bir salona girdim. Salon, boydan boya, iki büyük demir parmaklıkla üçe bölünmüştü. İki parmaklık arasında, ziyaretçilerle hükümlüleri birbirinden ayıran sekiz-on metrelik bir aralık vardı. Ta karşımda, çizgili elbisesi ve yanık yüzüyle Marie'yi buldum. Benim tarafta, on, on iki kadar hükümlü vardı. Çoğu fellahtı. Marie'nin sağı solu mağripli kadınlarla doluydu. Kendisi, iki ziyaretçi kadının arasındaydı: bunlardan biri karalar giyinmiş, ufak tefek, yaşlı bir kadındı: dudakları büzüktü. Öbürü, gür saçlı, şişmandı: bağıra bağıra konuşuyor, elleriyle birçok hareketler yapıyordu. Demir parmaklıklar arasında bir hayli aralık vardı. Bu yüzden ziyaretçilerle hükümlüler bağıra bağıra konuşmak zorunda kalıyorlardı, içeriye girince, salonun o çıplak ve büyük duvarlarına çarpıp geri dönen seslerin gürültüsünden, gökyüzünden camlara akan ve salonun içine sıçrayan çiğ ışıktan, sanki sersemledim. Çünkü hücrem daha sessiz ve daha loştu. Alışıncaya kadar birkaç saniye geçti. Sonunda, bol ışıkta, hüzün yüzleri bir bir, açık açık görebildim. Koridorun sonunda, iki parmaklık arasındaki geçidin dibinde bir gardiyanın oturduğunu fark ettim. Arap hükümlülerin çoğu ve aileleri karşılıklı, yere çömelmişlerdi. Bağırmıyorlardı. Gürültüye karşın, hafif hafif konuşup anlaşabiliyorlardı. Ta dipten yükselen mırıltıları, başlarının üzerinde birbiriyle çarpışan konuşmalarla sanki bir koro oluşturuyordu. Bunları bir anda fark ettim; sonra, Marie'ye doğru ilerledim. O, parmaklığa yapışmış, bütün varlığıyla gülüyordu. Gözüme çok güzel göründü, ama bunu bir türlü söyleyemedim ona.
Bağıra bağıra, "Ne var ne yok?" diye sordu. "Gördüğün gibi işte!" diye karşılık verdim. "İyi misin? Bir istediğin var mı?" "Hayır, her şeyim tamam!"
Sustuk. Marie hep gülüyordu. Şişman kadın yanımdaki adama doğru var gücüyle bağırıyordu. Adam, herhalde kocası olmalıydı. Sarışın, iriyarı bir adamdı. Tertemiz bir bakışı vardı. Daha önce başladıkları bir konuşmaya devam ediyorlardı. Kadın, "Jeanne onu almak istemedi," diye avaz avaz bağırıyor, erkek de, "Evet, evet," diye karşılık veriyordu. "Jeanne'a dedim, sen çıkınca onu tekrar alırsın diye, ama yanına almak istemedi."
Marie de, "Raymond'un selamı var," diye bağırdı. Ben de, "Teşekkür ederim," diye karşılık verdim. Fakat, "Nasıl iyi mi bari?" diye soran komşumun sesi benimkini bastırdı. Karısı gülerek, "Her zamandan bin kere daha iyi," diye karşılık verdi. Sol tarafımdaki, bir şey söylemiyordu. Bu, narin elli, ufak tefek bir delikanlıydı. Dikkat ettim: o ufacık ihtiyar kadının karşısındaydı. İkisi de birbirlerine derin derin bakıyorlardı. Ama uzun zaman onları incelemeye vakit bulamadım, çünkü Marie o sırada, "İnsan umudunu kesmemeli!" diye bağırdı. "Evet," diye karşılık verdim. Aynı zamanda, ona bakıyordum. İçimden, elbisesinin üzerinden omzunu sıkı sıkıvermek geliyordu. Bu ince kumaş içimi çekiyor, onun dışında ne istemek gerektiğini pek kestiremiyordum. Herhalde Marie de bunu anlatmak istiyordu, çünkü durmadan gülümsüyordu. Artık dişlerinin parıltısından, gözlerinin hafif kırışıklarından başka bir şey göremiyordum. Tekrar bağırdı, "Çıkarsın, evleniriz." Ben de, "Olur mu dersin?" diye yanıtladım. Bunu bir şeyler demiş olmak için söyledim. O zaman Marie, çabuk çabuk, "Tabii," dedi, ardından da aklanacağımı, yine denize gideceğimizi ekledi. Öteki kadın hâlâ gırtlağını çatlatırcasına bağırıyor, kalem odasına bir sepet bıraktığını söylüyordu, içine koyduklarını bir bir sayıp döküyor, hepsini teker teker gözden geçirmesini tembih ediyordu. Çünkü bütün bunlar ateş pahasıymış. Öbür komşumla anası, hep birbirlerine bakıyorlardı. Fellahların mırıltıları alt yanımızda sürüp gidiyordu.
![](https://img.wattpad.com/cover/376336270-288-k842190.jpg)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Yabancı
Science FictionCezayir'de, bir rastlantı sonucu, bir Arap'ı öldüren orta sınıftan bir Fransız, Meursault, kendisini adım adım ölüme götüren süreci kayıtsız biçimde izler. Diğer kişilerin adı anılsa da, roman kahramanının adını bile öğrenemeyiz.