Bugün büroda çok çalıştım. Patronun nazikliği üstündeydi, "Umarım pek yorgun değilsinizdir," dedi ve annemin yaşını öğrenmek istedi. Yanlış söylemeyeyim diye, "Altmışında vardı," dedim. Bilmem niçin, buna kapanmış bir konu olarak baktı ve ferahlar gibi oldu.
Masamın üzerinde birikmiş bir yığın konşimento vardı. Hepsini elden geçirmem gerekti. Öğle yemeğine gitmek için bürodan çıkmadan önce ellerimi yıkadım. Öğle vakitleri bu an pek hoşuma gider. Akşamsa pek hoşlanmam. Çünkü ellerimizi kuruladığımız döner havlu, bütün gün kullanılmış durmuştur, ıpıslaktır. Bir gün bunu patrona söyledim. "Kötü bir şey, ama o kadar da önemli sayılmaz," dedi. Sevkiyatta çalışan Emmanuel'le birlikte biraz geç çıktım. Saat yarımdı. Büro denize bakar. Bir an durup güneşte tutuşan limandaki yük gemilerini seyrettik. O sırada zincir şakırtıları ve patırtılarla bir kamyon geldi. Emmanuel: "Binsek mi?" diye sordu. Koşmaya başladım. Kamyon bizi geçti. Peşine takıldık. Gürültü ve toz içinde kaybolmuştum. Artık hiçbir şey göremiyor, bucurgatlar, makineler, ufukta sallanan gemi direkleri, önlerinden geçtiğimiz gemi tekneleri ortasında atlaya duralıya, düzensiz koşuyor, başka hiçbir şey düşünmüyordum. İlk önce ben tutundum ve uçarcasına atladım. Sonra Emmanuel'e yardım ettim, çekip oturttum. Nefes nefese kalmıştık. Kamyon, güneş ve toz toprağın ortasında, eğri büğrü kaldırımlar üzerinde zıplıyordu. Emmanuel tıkanırcasına gülüyordu.
Celeste'lere kan ter içinde vardık. Celeste, koca göbeği, önlüğü, beyaz sakalıyla her zamanki gibi oradaydı. Bana: "İyisinizdir umarım?" diye sordu. "İyiyim!" dedim. Karnımın da aç olduğunu ekledim. Yemeği acele acele yedim. Ardından kahve içtim. Sonra eve döndüm. Biraz uyudum. Şarabı fazla kaçırmıştım. Uyandığım zaman canım sigara içmek istedi. Vakit geçti. Tramvaya yetişeyim diye koştum. Öğleden sonra hep çalıştım. Büro çok sıcaktı. Akşam çıktığım zaman rıhtım boyunca ağır ağır yürüyerek, eve dönmenin mutluluğu içindeydim. Gökyüzü yeşildi. İçimde bir mutluluk duyuyordum. Yine de dosdoğru eve gittim. Kendime patates haşlamak niyetindeydim.
Karanlık merdivenleri çıkarken, kapı komşum Salamano'ya çarptım. Yanında köpeği vardı. Sekiz yıldır onlar hep birliktedirler. Sanırım bu İspanyol köpeğinde 'kızıl' denen deri hastalığı vardı: bütün tüylerini döküyor, gövdesinde siyah siyah kabuklar peydahlanıyordu. Ufak bir oda içinde bir arada yasaya yasaya, ihtiyar Salamano sonunda ona benzemişti. Kendisinin de yüzünde kırmızımtırak kabuklar vardı, saçı sakalı sarı ve seyrekti. Köpek de efendisinin o kambur halini almış, burnu öne doğru uzamış, boynu da kasılmıştı. Sanki aynı soydandılar. Bununla birlikte birbirlerinden nefret ediyorlardı. İhtiyar, biri saat on birde, biri de altıda olmak üzere, günde iki kez, köpeğini gezdirmeye çıkarır. Sekiz yıldır, yollarını değiştirmemişlerdir. Onları Lyon Sokağında bir boydan bir boya görebilirsiniz: köpek, Salamano'yu ayağını bir yere çarptırıncaya kadar durmadan çekiştirirdi; o zaman, Salamano köpeği bir güzel döver, etmediği hakareti bırakmazdı. Köpek korkudan yerlere yatar, bir adım bile atamazdı. O zaman köpeği çekiştirmek işi ihtiyara düşerdi. Köpek bütün bunları unutuverip sahibini tekrar çekiştirmeye başlar, yeniden dayaklar yer, hakaretlere uğrardı. O zaman ikisi de kaldırımlar üzerinde dururlar; köpek dehşet, adam da kin ve nefret içinde birbirlerine bakışırlardı. Her gün bu böyledir. Köpek işemek istese, ihtiyar vakit bırakmaz, ipinden çeker; o da ardı sıra bir dizi damlacıklar bırakır dururdu. Kazara, odanın içinde kabahat ediverse, yine dayak yer. Bu, sekiz yıldır hep böyle sürüp gelmektedir. Celeste daima "Rezillik," der, ama aslında kimse bilmez. Merdivenlerde rastladığım zaman, Salamano köpeğine sövüp saymaktaydı. Ona, "Pis, mundar köpek!" diyor, hayvancağız da sızlanıp inildiyordu. "İyi akşamlar," dedim. Aldırmadı, durmadan küfürler savurmaya devam etti. Dayanamadım, "Köpek size ne yaptı ki?" diye sordum. Karşılık vermedi. O yalnızca, "Pis, mundar köpek!" diyor, başka bir şey demiyordu. Köpeğinin üzerine eğilmiş, tasmasında bir şeyler düzeltiyor gibi geldi bana. Sesimi daha da yükselttim. O zaman, yüzünü dönmeksizin, tutmaya çalıştığı bir öfkeyle: "Hâlâ burada!" diye söylendi. Sonra, dört ayağı üzerinde direnip inildeyen hayvancağızı sürükleye sürükleye alıp götürdü.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Yabancı
Science FictionCezayir'de, bir rastlantı sonucu, bir Arap'ı öldüren orta sınıftan bir Fransız, Meursault, kendisini adım adım ölüme götüren süreci kayıtsız biçimde izler. Diğer kişilerin adı anılsa da, roman kahramanının adını bile öğrenemeyiz.