"Aman Tanrım!" Dedim kliniğin merdivenlerini çıkarken. Şey, aslında çıkmıyordum. Adeta uçuyordum. Kalbim deli gibi atıyordu. Hayatta kalan yakınım da ölüyordu ve düşüncelerime engel olamıyordum. Ne yapacaktım? Kiminle kalacaktım?
Belki de ölmüyordu. Bir akıl hastasının talimatıyla buraya gelmiştim. Vay be. Salakça ha? Sadece riske atmaya değmez diye düşünmüştüm. 2. kata yani büyükannemin tedavi gördüğü kata geldiğimizde koşarak kapıları açmaya başladım. İnsanlar bir bölgede toplanmıştı ve fısıldaşıyorlardı.
"Buna inanamıyorum."
"Nasıl yapar? "
"Bu devirde kimseye güvenmeyeceksin."
İnsanları yararak aralarından geçtim. Kulaklarım uğulduyordu. İşte orada... Karnından sızan kan beyaz hırkasına bulaşmıştı. Gözleri açıktı. Yanına eğilip elini tuttum. Bilirsiniz filmlerde ölüm döşeğindeki kişi adınızı sayıklar ve size son bir şey söyler. Bunu bekledim, bana bir şeyler söyleyip mırıldanmasını.
Ama hayır. Ben elini tuttuğumda çoktan ölmüştü. Gözleri açıktı ve son gördüğü şey ona acımasızca bakan katilinin gözleriydi. Edward yanıma eğildi ve beni ayağa kaldırdı. "Ben... Üzgünüm." dedi suratımı ellerinin arasına alırken. "Ağlama..." O diyene kadar ağladığımı fark etmemiştim bile.
Sanki göğsümden birşeyler çekiyorlardı, nefes alamıyordum. Acı o kadar fazlaydı ki ayaklarım tutmuyordu. Etraftaki hiçbir şeyi net göremiyordum, kulaklarım zar zor duyuyordu. 'Ölüyorum,' diye düşündüm. 'Sonum geldi.' Düşmemek için Edward'a sarıldım. Kolları beni yakalayıp kendine çekti. "Kendini toplamalısın," dedi ben kafamı omzuna yaslarken. "Polisler geliyor." Onu dinlemedim. Orada öylece durdum. Daha iki gün önce tanıştığım yabancıya sarılmış ağlıyordum. Dünya acımasızdı. İyileşmek için bir hastaneye gelirdiniz ama orada sizi öldürürlerdi.
"Bayan Brooke," beni çağıran adamın sesi kilometrelerce uzaktan geliyormuş gibiydi.
'Berbat bir rüya' diye düşündüm. "Bayan Brooke iyi misiniz?" gözlerimi açtığımda ilk gördüğüm şey tavanda asılı beyaz florasan lamba olmuştu. Makine seslerinden dolayı anlamakta zorluk çekmedim; hastane odasındaydım. "Büyükanne!" Hızla doğruldum ve yattığım yataktan kalktım.
Hayatıma aniden girmiş yabancı, yatağın kenarındaki sandalyede oturuyordu. Diğer yanımda doktor, bana uzanmamla ilgili birşeyler söylüyordu ama onu anlayamıyordum. Kelimeler sanki bilmediğim bir dildeydi. 'Derin nefes al ve sakin ol.' kendime hatırlatmada bulundum.
Odanın kapısı açıldı ve bir polis memuru içeri girdi. Doktora benimle konuşup konuşamayacağını sordu ve onay alınca defterini çıkardı.
"Bayan Brooke" dedi boğuk sesiyle. " Büyük anneniz Evelyn Brooke saat 15.27'de hasta bakıcı Brianna Mavetown tarafından öldürüldü. Başınız sağolsun." Edward oturduğu koltuktan kalkıp elimi tuttu. "B-brianna kim? Yakalandı mı?"
"Hasta bakıcılardan biri. Akıl sağlığı yerinde. Neden böyle bir şey yaptığını bilmiyoruz. Cesedin hemen yanında ağlarken bulundu. Kendini kaybettiğini söylüyor, sanki biri ona bunu zorla yaptırmış gibi olduğunu."
Yatağa geri yattım. Kalkmak ve yüzleşmek istemiyordum. Herşeyim elimden alınmıştı. Tam anlamıyla herşeyim. Polis tekrar başsağlığı diledi ve odadan çıktı.
Edward öksürdü. "Brianna'nın hiç bir suçu yok. O da bir kurban. Hayatta olması bunu değiştirmez. Asıl kimin suçlu olduğunu biliyorsun."
"Ben s-sadece inanamıyorum. Bu... Ah Tanrım." tekrar ağlamaya başladım. Bu olanların rüya olmasını umuyordum. Her şey üst üste gelmişti. Büyük annem öldürülmüştü, daha 2 gün önce tanıştığım adam olacakları söylüyordu ve ben ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. "Gitmek istiyorum," dedim yataktan kalkarak. Harry kolumdan tuttu. Bana karşı çok iyiydi ama ondan korkuyordum. Geleceği görüyordu. Tanrım, geleceği görüyordu. Korkunç.
"Gidip doktordan izin alayım," dedi beni yatağın başındaki sandalyeye oturttururken. "Lütfen, bir yere ayrılma."
* * *
"Burada biraz duralım." dedim arabayı kenara çekerek. Ellerim hala titriyordu. Hava almaya ihtiyacım vardı. Arabadan indim ve nerede olduğumuza baktım. Kasaba merkezine bir kaç dakika uzaklıktaki bir kafenin önündeydik. Küçük yeşil bir bahçesi ve kırmızı masaları vardı. Görüşüm hala bulanıktı gerçi, pembe de olabilir.
Masalardan birine oturduk. "İyi misin?" Edward meraklı bakışlarını yolladı. Kafamı salladım. "Bak büyük annen için üzgünüm eğer daha erken gör-"
"Lütfen, lütfen başka bir şey konuşalım." sözünü kestim. "Mesela sen, adım yok demiştin, ama aslında var. Bir annen de varmış."
"Tam olarak annem diyemeyiz. Üvey annem, beni bebekken kapısının önünde bulan annem."
Garson elinde menüyle yanımıza geldi. Menüleri geri verip su istedim, adam suları getirmek için gitti.
"Fazla gizemlisin. " dedim suyu yudumlarken. Ağlamamak için gözlerimi kapattım."Bu hoşuma gitmiyor."
Birden bire inlemeye başladı. Dudaklarından kesik nefesler çıkıyordu. Kafasını ellerinin arasına aldı. Bir şeyle mücadele ediyor gibiydi. Birkaç saniye bu şekilde kaldı. Başını kaldırdığında gözyaşları kıyafetinin kollarını ıslatmıştı. Titreyen ellerini kaldırıp yolun karşısındaki kızı gösterdi. Karşıya geçmek için bekleyen küçük kızı.
"İzle."
Kız kafasını sola çevirip yola baktı. Küçük ayaklarını asfalta sürte sürte yürümeye başladı. Altın sarısı saçları vardı. En fazla 5 yaşında olmalıydı. Elindeki oyuncak bebeği sıkıca tutuyordu. Suratındaki gülümseme, dünyada görebileceğim en güzel şeydi. Yolu yarılamıştı ki gülümsemesi bir korna sesiyle soldu. Gri bir Honda kızın küçük vücudunu savurdu. Sokakta, fren sesleri ve bir annenin acı dolu çığlıklarından başka bir şey duyulmuyordu.
"Emma!" Otuz yaşlarında bir kadın kızının yanına koştu. Emma'nın beyaz kıyafetleri kırmızının en güzel tonunda bulanmıştı. "Hayır hayır hayır" Kadın kızın bedenini sarsmaya başladı. Çocuğunun cansız bedenini tutmak nasıl bir şeydir diye düşündüm. Büyükannem gözümün önünden gitmiyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
homeless //h.s
FanfictionOnu gördüm. Yine. Her gün aynı saatte, aynı yerde. Bana her zamanki soğuk bakışlarını attı ve önüne dönüp yürümeye devam etti. Bazen akıl hastası bir deli olduğunu düşünürdüm, bazense sadece benimle konuşmak istemediğini. Orada ne işi vardı bilmi...