Askerden yeni geldim ve gelir gelmez yine gazetedeki işime dönerek işbaşı yaptım. Ajanslardan yüzlerce haber akıyor. Bunların içerisinde beni gülümseten bir tane bile haber bulamıyorum. Her tarafta şiddet, savaş, cinayet, tecavüz, trafik kazaları, parçalanmış cesetler ve samimiyetsiz siyasetçilerin yalanlarla dolu nutukları. Gerçi askerdeyken de durum pek farklı değildi. Karşınıza bir düşman profili çiziliyor, siz de kin ve intikam duygularıyla beslenerek o düşmanı öldürmek üzere programlandırılıyorsunuz. Barış kelimesi neredeyse vatan hainliğiyle eşdeğer tutuluyor.
Öyle bir kutuplaşma yaşıyoruz ki, bu hayatta sadece biz ve onlar var. Bize benzemeyen herkes onlar oluyor. Ve onlar her zaman en kötü şeyleri yaşamayı hak ediyor! Sistem, ona aitmi- şiz gibi yaşamlarımızı değiştirmeye çalışıyor. Bu değişime ayak uyduramadığımızda ise önce alay edilecek bir konuma sokuyor daha sonra dışlıyor; bizi de "onlar" kategorisine koyup hedef gösteriyor. Hedef tahtasına koyulduğumuzda ilk nişan alanlar ise maalesef en yakınımızdaki insanlar oluyor.
Evet, mutsuzum. Ne ben düzene alışabildim ne de düzen beni kendine alıştırabildi. Çevremde gördüğüm ve yaşadığım her şey bana çok yapay geliyor. Kendimi kapana kısılmış bir fare gibi hissediyorum. Sokaklara baktığımda ise sürekli bir yerlere yetişme telaşıyla koşuşturan ter makineleri görüyorum. Çoğu zaman öyle bir acele içerisindeyiz ki sevdiklerimizle sahici bir konuşmaya bile fırsat bulamıyoruz. Bu şehir, bu trafik ve bu egzoz dumanı artık beni boğmaya başlıyor, nefes alamıyo- rum. Oysa büyük şehir görene kadar trafiğin ne demek oldu- ğunu bile bilmiyordum. Ortaokulda İngilizce dersinde "traffic jam," yani trafik sıkışıklığı diye bir kavram öğrenmiştim. Benim için "traffic jam"in anlamı, genellikle pazar günleri Muş'un tek caddesi olan İstasyon Caddesi'nde yaklaşık otuz-kırk araçtan oluşan, korna çala çala giden düğün konvoyu demekti. Çünkü hayatımda sadece düğün konvoylarında bu kadar çok arabayı bir arada görmüştüm. İstanbul'a geldiğimde ise her gün, her dakika ve her yerde bitmek tükenmek bilmeyen, kilometreler- ce uzayan, korna sesleri kulakları sağır eden, gelin ve damadı olmayan düğün konvoylarıyla karşılaşmaya başladım. İşte o zaman "traffic jam"in gerçek anlamını öğrenmiş oldum.
Hızla büyüyorduk ve biz büyüdükçe şehir de büyüyordu. Müstakil evlerin yerini gökdelenler aldı, çimmeyi öğrendiğimiz derelerde santraller kurularak derelerimiz kurutuldu, ormanlarımız yok edildi, incitmeye kıyamadığımız karıncaları- mızın yuvalarına beton dökülerek alışveriş merkezleri açıldı, Bakkal Mehmet Amca süpermarketlerle rekabet edebilmek için borç aldı ama tutunamayarak iflas etti. Sağlığımız bozuldu, hastaneler dolup taşmaya başladı. "Psikolojisi bozulmuş" lafını daha çok duyar olduk. İnsanların gözlerini daha çok para kazanma hırsı bürüdü. Her şey yavaş yavaş doğallığını kaybediyordu. Bizim için güzel bir gelecek kurduklarını düşü- nürken, çiçeklerimizi ezerek gerçek olmayan çiçeklerle yapay bir dünya inşa ediyorlardı.
Çocukken kurduğumuz hayaller, büyüklerin kurduğu hayallerden daha büyük, daha saf ve daha temizdi. Çünkü içinde kötülük barındırmıyordu. Bir karıncayı incitmeye bile kıyamı- yorduk. Büyüdükçe, büyüklerin yaratmış olduğu, kötülüklerle dolu bir dünyayla karşılaşınca hayal kuramaz olduk. Ne yazık ki kalıplara sokulduk; ruhsuz ve duygusuz bir biçimde, bu ya- pay dünyanın objeleri haline gelmeye başladık. Eğer bir obje olsaydım; Norveçli ressam Edvard Munch'un "Çığlık" tablosu olurdum. Muhtemelen bir galerinin duvarını bile süslemez- dim. Önemsiz eşyaların toplandığı bir çatı katında unutulurdum. Hatta üzerim toz kaplı olurdu, köşelerimde ise örüm- cekler ağ kurardı. Istırap dolu attığım çığlıkların ses dalgaları sadece benim ruhumu titretirdi. Sesimi hiç kimse duymazdı. Örümcekler bile duymazdı...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hayata Yolculuk
AdventureHakiki yolculuk, gittiğin yerlere harita üzerinde çarpı işareti atmak değil, o çarpı işaretlerini ruhundaki yaralara yara bandı yapmaktır. O öyle yaptı. Gitti, hamdı, pişti! Hem iyileşti, hem iyileştirdi! Hasan Söylemez, banka kartlarını kırdı, cebi...