Öğle arasında zille beraber koridorda ki kalabalığa karışmış yemekhanenin olduğu ana binaya gidiyordum. Önümü göremez halde insanların peşine düştüğümden, dışarıda kopan çığlıkların nedenini seçemiyordum. Daha sonra büyük ana kapıdan çıktığımda anlamıştım bu cümbüşün nedenini.
İlk kar tanesi soğukla sarmalanmış bedenime nüfuz ederken gülümsemeden edemedim. Eline pamuk şeker verilmiş küçük bir çocuk gibi ellerimi iki yana açıp, bahçenin ortasına doğru koşuşturmaya başladım. Etrafımda yaptığım hareketi garipseyecek kimse yoktu çünkü herkes aynı sevinci paylaşıyordu.
Sonunda kendimi beyaz bir çarşafa bürünmüş çimenlerin üzerine attığımda kafamı kaldırıp gökyüzünü izledim. Gökyüzü, yeryüzü ve bedenim beyaza bulanmıştı adeta. Sanki bulutlardan kar taneleri değil de, kendinden bir parça; yumak yumak olmuş pamuklar düşüyordu yeryüzüne. Tüm şehri kirinden arındırıyor üzerini beyaz bir sayfayla örtüyordu kar taneleri.
"Bulutlar saflığını bağışlasa da yeryüzüne, ruhların içine işlemiş kan kokusunu yetmez silmeye."
Yılların verdiği soğukkanlılıkla omzumun üzerinden yanımda oturan Stevan'a baktım. Hayalet olmasına rağmen kar yüzünden hafif ıslanmış kıvırcık saçları soluk gri yüzüne yapışmıştı. İrisleri sarıya dönmüş ölü gözleriyle gökyüzünü izliyordu.
Stevan henüz 21'in de karmaşık bir edebiyat öğrencisiydi. Kelimelerle mucizeler yaratır, sınavlarımda bana yardımcı olurdu fakat hiçbir zaman kendisinden bahsetmezdi. Edebiyat okuduğunu da kendimce; yaptığı kelime oyunlarından çıkarmıştım. Belki de sadece okumak istemişti...
İki elimin arasına hapsettiğim bir kar tanesine şekil verirken, "Sence bunun başka nasıl bir açıklaması olabilir?" dedim.
"Melekler bulutların üstünde dans ediyor sadece, masumiyetlerini dağıtıyorlar etrafa cömertçe."
Yüzümü buruşturmadan edemedim. "Her cümlen böyle midir?" Yüzüme anlamsızca baktığında ekleme gereği duydum: "Yani... Kafiyeli."
Cevap verme gereği duymadı, onun yerine sadece önüne dönmekle yetindi. Bende yanıt alamayacağımı bilerek daha fazla zorlamadım ve önüme dönüp ellerimin arasında ki kar tanesini çiçek şekline sokmaya çalıştım. Ellerimin arasında ki enerjiden dolayı havada asılı kalan kar tanesi önce Akşam Sefası misali parçalarından kopup açıldı. Sonrasında buzdan uzuvları birleşerek bir çiçeği oluşturdu. Saf ve kırılgan bir çiçek.
Kar tanesi onu göremeyeceğim kadar küçüktü aslında fakat yaşayan ölüleri görebilmemden daha anormal bir olay değildi benim için. Fakat Stevan için anormal olmalı ki dudaklarından, "Bu inanılmazdı!" kelimelerinin döküldüğünü işittim.
"Evet, öyleydi." dediğim sırada Stevan'ın gittiğinin bilincindeydim. Her nereye gidiyorlarsa ortadan kaybolduklarında veya var olduklarında onları hissedebiliyordum. Bunu kelimelere dökemiyordum fakat tek elle tutulur, somut tanımı; 'kuyruk sokumumdan başlayan ve enseme kadar devam eden enerji akımı' olurdu herhalde.
Stevan ortadan kaybolduğunda bende toparlanıp yemekhaneye geçmiştim. Tepsimde yemeğimle beraber cam kenarında ki masama yerleşip, bir yandan yemeğimi yiyor, bir yandan da kimsenin görmediğinden emin bir şekilde büyükannemin bana verdiği el yazması büyü defterini inceliyordum. Fakat o kadar da emin olmamam gerekiyormuş demek ki.
"Hey, Blodwyn! Bu karda önümde olsan dahi farkına varmayacağıma iddiaya girerim."
Bu her okulun klasik kraliçe arılarından biri olan Charlotte'un sesiydi. Aslına bakarsanız bu sıfatı kendisi oluşturmuştu, yani kimsenin onu taktığı filan yoktu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Cheysanthos
Fantasy6 yoldaş... Hayalet bir karavan... Ölülerle arkadaş, en az saçları kadar tuhaf bir kız. Yapabileceklerinden ve sahip olduğu güçten korkan bir erkek. Fantastiğin doruklarında bir heyecan, Sır dolu bir geçmiş ve çözümlenmesi gereke...