Annesi defnedileli saatler olmuştu ama Zeynep bir türlü ayrılamıyordu son umudunun mezarının başından. Sarılmıştı üstünü örten toprağa, yağmur da yağıyordu ama Zeynep'in gözyaşları daha çok ıslatıyordu toprağı. Hani birini görse yalvaracaktı, 'Ne olur, beni de gömün annemin yanına, birkaç kürek toprak da benim üstüme atın,' diye.
Aylardan aralık, havada sinir bozucu bir kasvet vardı, yağan yağmur sırılsıklam etmişti üstünde ne var ne yoksa, hava buz gibiydi, üşüyordu ama bu soğuktan değildi. Kim ısıtacaktı ki sarılıp da Zeynep'i?
"Anne, anneciğim... Babamı kocaman öp benim için, kokusunu içine içine çek olur mu? Ellerini bırakma bir daha, sımsıkı sarıl, benim yerime de sarıl ne olur? Onu çok özlediğimi söylemeyi unutma. O bırakıp gittiğinde 'Annem var benim,' diyordum, şimdi sen de bırakıp gittin beni; hiç kimsem yok saçlarımı okşayacak, gece inatla üstümü açtıkça her defasında sevgiyle üstümü örtecek. Çok üşüyorum anne, bu titremem sadece üşümemden değil şimdi, çok da korkuyorum belki de ondan. Şimdi ben ne yapacağım, söyle anne şimdi ben nereye gideceğim, ne olur beni de yanınıza alın. Bırakmayın beni, her tarafı sarmış çirkin yürekli insanların dünyasında."
Öyle bir ağlıyordu ki Zeynep, onu gören en kalpsiz insanın bile içi sızlar, yüreği acırdı. Hıçkırmaktan nefes alamıyordu, bu kadar gözyaşı nereden geliyordu ki? Vücudunun bütün suyu çekilmiş olmalıydı.
Hava yavaş yavaş kararmak üzereydi, mezarlık bekçisi etrafta dolanıyor kimse kalmış mı diye sağa sola bakınıyordu, ki Zeynep'i gördü uzaktan.
"Hey, bu saatten sonra burada durulmaz. Hadi kızım git evine."
"..."
Sanki bir evi vardı! Nereye gidecekti ki? Nasıl terk edecekti annesini.
"Sana diyorum, duymuyor musun beni? Sağır mısın, dilsiz mi?"
"..."
Ağzını açıp da söyleyecek iki kelime bulamadı Zeynep, sanki sevdikleri aklını da alıp götürmüştü. Herhalde 'deli' dedikleri şey böyle olunuyordu. Belki de delirmişti!
Bekçi, huysuz aksi ihtiyarın tekiydi ya da o kadar çok ağlayan insan görmüştü ki, bütün duygularını kaybetmişti. Zeynep'i kolundan tuttuğu gibi mezarlıktan dışarı attı. Kolunu çok sıkı tutmuştu, belki de mosmor etmişti ama canının acısı değildi onu sızlatan yüreğinin çaresiz sancısıydı.
Hiçbir amacı olmadan öylece yürüyordu, rotası belli olmayan gemiler gibiydi; nereye gideceğini bilmiyordu, düşünmüyordu da. Zira bütün düşünme yetilerini kaybetmişti. Kimdi, neydi, bu yaşanılanlar bir kâbus muydu yoksa biri gerçekten kötü bir şaka mı yapıyordu?
Delirmemesi için hiçbir neden yoktu, bir ara bir araba çarpacak oldu, yanında ne olup bitiyor, kim ne yapıyor, ne geliyor, ne gidiyor hiçbir şeyin farkında değildi.
"Ölümüne mi susadın be!?" diye bağırdı arabasından inen adam. Zeynep yolu ortalamış gidiyordu. Belki de ölmek istiyordu, evet susamıştı ölümüne. İntiharların nedeni buydu belki de.
Hiç ses etmedi Zeynep, ne diyeceğini de bilmiyordu. Beyni alınmış bir kuş gibiydi, nereye uçacağını, nereye konacağını bilmiyordu, sadece uçuyordu, belki de bir duvara çarpıp çakılacaktı yere.
Ne oldu, nasıl oldu da o harap eve geldi anlamamıştı, ayakları kendiliğinden getirmişti belki de onu buraya. Çok üşümüştü, çok yorulmuştu. Küçücük ayakları öyle bir şişmişti ki, ayakkabısını bile çıkaramamıştı. Kim bilir kaç saattir yürüyordu, kim bilir saat gecenin kaçıydı. Doğruca annesinin yatağına gitti, belli ki anne kokusu çekmişti onu. Kafasını yastığa koyduğu an gözleri uykuya teslim oldu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Elveda Yalnızlık (Kitap Oldu:)
Любовные романыZeynep, babasını kaybettikten sonra annesini de kaybedince yetimhane günleri başlamıştı. Evlatlık gittiği ailede başına gelen olaylar onu bir kaçışa sürükledi. Her şeyden, belki de geçmişinden, belki de insanlardan kaçıyordu... Kılık değiştirip erke...