Kökleri dünyayı saran büyük bir ağacın, damarlarına kan bulaşmış yapraklarıydı insanlar.
Dünyanın kirli topraklarına değmeden önce, her bir yaprak zerresi o ağacın suyunu yutup, o ağacın derdine bin ortak olurdu. Rüzgâr estiğinde, çığlık çığlığa kanayıp güneşin sıcağı altında yeşerirdi. Baharda onunla açar, akrep ve yelkovanın kışa doğru süren ortak ilerleyişi boyunca ağacın dallarında pıhtılaşırdı ve zamanı geldiğinde, içine ruh üflenir, ağacın dallarından narince kopup ana rahmine düşerlerdi. Dünyada kopan fırtınaların sebebi de buydu, her bir yaprak rahme düşene kadar rüzgâr onların yüce elçiliğini üstlenir, tertemiz bir ruhu en iyisi bile griden arınamamış diğer bir ruhun içine saklar, emanet ederdi. Bazı yapraklar yolunu kaybeder, fırtınanın arasında konacak yeni bir ruh ararlardı.
Fırtına ortasında tutuklu kalmış bir yaprak misali savrulan ruhuma ilk dokunan kişi Deniz'di, öncesinde hala yönünü bulamayan bir yaprakken onun ellerine konmuştum. Ruhum bana, ben ona kavuştuğumda üflenmişti.
Deniz, gözlerine öfke karalanmış bir çocuğun inadını, sayıları üst üste devirip şarap gibi yıllanmış bir ihtiyarın tecrübesini aynı anda tek bedende taşıyan bir adamdı. Bazen gözlerine hüzün çöker, zihnindeki umutsuzluk çölüne karlar yağardı; bazen gözlerinin ardındaki dünyanın toprakları kururdu. Ona ilk kez, ıssız bir çölün göbeğinde, kimsesizlik kervanının geçtiği kavşakta rastlamıştım. Tek başına ayakta dikilerek, kalabalığın içinde bile yalnızlığın koynunda nefes alan bir adam olarak çölün ortasında durmuş; yağmurun üzerine gideceğine, bulutların ona gelmesini istemişti, ben de ona koşmuştum. Gözyaşlarım aktıkça, onun çölü okyanuslara dönüşmüş, benim yaralarım kanadıkça onun toprakları bana şifa olmuştu.
Kendi kurduğu ve kimselere söylemeden, beni gizli bir kapıdan soktuğu o dünyaya delilik ismini verip Deniz'in isminin üzerine çentik attıklarında, en büyük deliliğin onun topraklarından göç etmek olduğunu, gerçeğin en keskin haliyle anlamıştım.
Onun harflerini, tuhaflıklarla yıkanmış, ölüm kokulu kelimelerini seviyordum, rüzgârda dalgalanıp dünyaya meydan okur gibi ihtirasla savrulan saçlarını, gökten düşmüş bir meleğin güzelliğini taşıyan yüzünü, ay ışığının altında mavinin en soğuk tonuna sarılan gözlerini seviyordum. Yüzüne dağılıp normal bir insanı kusurlu sayacak o çarpık gülüşünün onun yüzünde kutsal bir kalıba girmesini seviyordum, zarif parmaklarının yeri gelince çelik kadar güçlü olup bana güven vermesini seviyordum. Hayatımdaki yarımların aksine Deniz'i tam ve bir bütün olarak; soluk soluğa, apar topar, darmaduman seviyordum, acelem çoktu.
Kısacası, oturduğu koltuğa yayılmış, gökyüzünden aheste bir tavırla yere doğru uçuşan karları izleyen Deniz'i seyre dalmıştım.
Kaşlarını çatmış, bakışları ufuk çizgisinin başladığı noktaya takılı kalmıştı. Bütün düşünceleri oraya yığılmış gibi alnının ortasında oluşmuş çukur iyice derinleşmişti, bıraksam saatlerce düşünebilecek kadar dertli gözüküyordu.
Çalışma masamın üzerindeki kâğıtları çekmeceye sıkıştırıp ayaklandım, çok yorgun ve bitkin hissediyordum ama Deniz'in varlığına duyduğum hislerin tümü diğerlerini kara bir mühürle yokluğa hapsetmişti. "Şey, dışarı çıksak olur mu?"
Geçirdiğimiz bunca zaman zarfında ilk defa ondan bir şey rica etmenin farklı duygusu damağıma kazınırken yüzünü bana çevirip dalgınca baktı, bir anlık sıyrılamadığı düşünce âleminin berraklığı çehresine döküldü. "Bu soğukta ne yapmayı planlıyorsun?"
"Seninle yürümeyi."
Dolabıma doğru yürüyüp elime geçen en kalın kazağı aldım ve üzerimdeki kısa kollunun üzerine geçirdim, Deniz beni izlerken ifadesiz yüzünü kıpırdatmadı ama yaptıklarımdan memnun görünmüyordu, yine de olumsuz bir şey söylemeden ayağa kalktı. "Öyle olsun, aşağıda buluşuruz."