Neydi yaşamak, neyde gizliydi? Ciğerleri tıka basa dolduracak nefeslerde mi, içinde sakladığı duyguları kan vasıtasıyla pompalayarak vücuda dağıtan kalplerde mi?
Yaşamak.
Değil yedi harfin, sayfalar dolusu cümlenin bile doyurabileceği bir şey olmadığı kesindi. Anlattıkça daha büyük bir açlık yaratan ve kucak dolusu anlamların yetersiz kaldığı bu kelimeyi özetlemek imkansızdı. Yaşamak, her bir kalp çarpıntısı için ayrı bir umut vaat ediyorken benim için ucu belirsiz bir tünele başlangıcından bakmak gibiydi, adımlarımın tabanında korkunun çamuru katılaşmıştı. Evet, korkuyordum, iliklerim bile bu korkudan nasibini almışken inkâr edemezdim. Kim boşa basılan adımlarla tek düze ilerlerken gönlünü ferah tutabilirdi ki? Yoğun çabalara ve tonlarca ilaca rağmen yedi aydır gözle görülür bir iyileşme yokken olumlu düşünülemezdi ya da ben fazla karamsardım, bilmiyorum. Henüz asıl olayları, acıları tatmamış bile olabilirdim. Yedi ay, yaşayacaklarımın daha doğrusu yaşamaya çalışacaklarımın yanında nokta kadar da kalabilirdi. Ama ufukta gözüken ve bastırılması zor gerçek, bir gün tümüyle toprağın olacağımdı, gerçek buydu.
Zihnim dumanı tütecek kadar taze olan bu fikirlerle dolup taşarken Deniz beni peşinden sürüklüyordu ve her parmağı aşırı bir güçle tenime gömülmüştü. Elinden kurtulmak için bir çok yol denemiştim ama hayır, Deniz bırakmamakta ısrarcıydı. Merdivenler ayakkabılarımın tabanının altından son sürat kayarken zemin kata ulaşmıştık, etraf pek kalabalık sayılmazdı. Danışmadaki yoğunluktan dolayı ufak bir kuyruk oluşmuştu sadece.
Deniz insanları önemseyerek aradan hızla geçerken peşinde olduğum için ben de hiç tanımadığım bedenlere çarpmak zorunda kalmıştım. İlk çarptıklarımdan özür dilemek için vaktim olmuştu ama bir süre sonra sayı arttığı için önemsemedim. Döner kapıyı kullanmak yerine kapının hemen yanından açılan tek kişilik aradan geçtik, soğuk hava anında etkisini göstermişti. Dudaklarımdan kurtulan aciz nefes havaya karışırken dumanımsı bir sis yayıyordu, ellerimi ovuşturmak istemiştim ama Deniz kaçacağımı sandığından bileğimi sıkıca tutuyordu. En sonunda arabaya çabuk ulaşacağımızı umarak dişlerimi birbirine bastırdım.
Soğuk özellikle enseme birikirken hastanenin otoparkına girmiştik, bir sürü araba yığın halinde park edilmişti fakat içlerinden hiç biri Deniz'in çalıntı arabasının eşkaline uymuyordu. Neyle gidecektik? Bu soğukta asla yürüyemezdim, dışarıya çıkalı daha bir kaç dakika olmadan buz tutmaya başlamıştım bile.
Bir erkeğe göre fazla nazik duran parmaklarını pantolonun arka cebine kaydırdı, cebinden bozuk para sesleri geldiğinde kaşları bir an çatılır gibi oldu ama çok kısa sürmüştü, parmaklarının ucunda tuttuğu gümüş anahtarlığı kaldırıp düğmesine bastı, göz ucuyla hangi arabayı açtığına baktığımda kafama balyozla vurulmuş gibi hissetmiştim. Gözlerim iri iri açılırken otoparkın girişinden bir Ferrari 458 bana göz kırptı. Bir kaç ay önce bu arabayı bir dergide görmüştüm, fiyatı azımsanacak bir rakam değildi. Şaşkınlık zihnime kamp kurarken Deniz'e döndüm, tam ağzımı açacağım sırada "Evet, bu da çalıntı." diye mırıldandı. Sesinde umursamazlık baş göstermişti. Kaşlarım hayretle kalkarken arabaya doğru yürüyorduk. Ufak bir parçasında bile helal ter gizli olan eşyaları çalmak ve hiç utanmadan telaffuz etmek onun hangi özelliğini açığa çıkarıyordu; arsızlığını mı, umursamazlığını mı?
"Neden insanların eşyalarını çalıyorsun?" dedim sinirle. Kaşlarım çizgilerinde nefreti yeşertecek kadar çatılırken soluğunu boşa harcamayarak arabaya bindi. Arabanın kırmızı cilâsında beliren yansımam somurtuyordu, dudakları öfkenin dokunuşuyla gerilmişti.
İçerideki sıcak havayı dağıtmamak için seri hareketlerle arabaya bindiğimde gaza yüklendi, tekerlekler zeminde kayarak çıkışa yönelirken bakışlarımı inatla Deniz'den ayırmıyordum. Belki birazcık utanmasını sağlayabilirdim, öyle bir duygunun var olduğunu biliyorsa tabi.