18 ocak saat 11:32'de hayatımı değiştiren mesajı yazıyordum:
"Duygularımla oynayalı 5 ay oldu" diye anlamsız bir mesaj yazmıştım. Mesajın anlamsızlığı ve basitliği içimde hafif bir pişmanlığa sebep olmuştu. Mesaj attığım kişi sulu bir karaktere sahip olduğumu, ona İnternet üzerinden kur yaptığımı düşünecek endişesi ile kendime biraz da kızmıştım; ama artık çok geçti, ok yaydan çıkmış belki de hedefine ulaşmıştı bile.
Bu mesajın hayatımı baştan sona değiştireceğini bilmiyor olmamdan olsa gerek; az sonra attığım mesajı ve ruhumu derinden etkilenmeyen pişmanlığı unutmuştum.
Bir taraftan davasını açtığım kadının ziynet eşyalarıyla alakalı dilekçeyi yazıyor, diğer taraftan müzik dinliyordum. Kendimi müziğin ritmine ve işin derinliğine kaptırmıştım. Zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştım bile, o anın habersizliğinde odamın kapısı aralandı, içeri her zaman ki değişmeyen tavrıyla iş ortağım Cevdet girdi. Saate bakmamla Cevdet'in niye geldiğini anlamam bir oldu,bu bir klasikleşmiş yemek yiyelim artık ritüeliydi.
Az sonra Cevdet masanın ön tarafındaki koltuğa oturdu. "Ne yesek ki bugün" dedi. Bende her zamanki cevabı ezbere ve düşünmeden verdim "bilmiyorum ki sen bilirsin ne istersen bana da söyle"dedim. Oda biliyordu bu cevabı vereceğimi ama yinede aramızda zımni bir anlaşma varmışçasına bunu her gün tekrarlıyorduk.
İş ortağım Cevdet kısa bir sessizlikten sonra "o zaman et döner söyleyeyim" dedi. Bende "tamam benim ki dürüm olsun" dedim.Hayatı o kadar sıkıcı ve tek düze yaşıyordum ki yemek yemeyi bile sıkılarak, mecburi olduğunu düşünerek gerçekleştiriyordum. Sanırım "dürüm olsun" dememin sebebi de bu yemek faslını hızlıca geçiştirmekti.
Bir süre sonra yemek gelmişti, kısa bir yemek yeme ve havadan sudan sohbetten sonra herkes çalışmaya dönmüştü.
Ben yine odamda yalnızdım. Sıcak çayımı yudumlarken yazdığım dilekçeyi tekrardan gözden geçiriyordum. Yaptığım iş içime sinmiş olsak gerek, dilekçeyi kaydettim ve açık olan sayfayı kapattım.
Bu oyalanmalar esnasında saat 13:13 olmuştu. Saati 13 ikilemiyle görünce dilek tutmak aklıma dahi gelmemişti; zaten ben böyle batıl şeylere de inanmazdım. İşimin bitmiş olmasının rahatlığıyla tekrardan ekşi sözlüğü açmaya karar vermiştim. Ağır hamlelerle önce google'la ekşi yazdım, çıkan sayfaya çift tıkladım ve sayfaya giriş yapmamla sağ üst köşeden mesaj kutusunun yeşil hale geldiğini görmem bir oldu. Mesaj kutusundaki değişim beni heyecanlandırmamıştı; alışıktım yazdıklarımdan ötürü övgü veya küfür mesajları almaya.
Vakit kaybetmeden mesaj kutusunu açtım. Pişmanlık duyup ve unuttuğum mesaja cevap gelmişti. Cevabı yazan kişi kısa ve öz şekilde attığım mesaja anlam veremediğini "anlamadım?" şeklinde ifade etmişti.
Bu durum biraz beni üzmüştü. "Anlamadım?" ifadesi seni hatırlamıyorum, neden bahsediyorsun anlamlarına da geliyordu. Bir taraftan da üzüntüyle beraber rahatlama yaşamıştım. 5 ay önce cevap vermediğim mesajdan dolayı hicap duymaya gerek kalmamıştı. Bu birbiriyle iç içe girmiş duygular bir taraftan kafamı kurcalarken, soru işareti ile biten iletiye cevap vermem gerekiyordu; beni hatırlayıp hatırlamadığından emin olmak ve vereceği cevaba göre bir açıklama yazmak için "sohbetimizi hatırlıyor musun" diye bir mesajla gelen mesaja cevap verdim.
Bir dakika geçmedi ki cevap geldi : "cıks hatırlamıyorum" yazmıştı hayatımı en derinden etkileyecek insan. Hatırlanmamak kötüydü. Bu durum beni her zamankinden biraz daha fazla önemsiz hissettirmişti. Derin bir nefes çektim içime, son bir enerji ile kendimi hatırlatmaya karar verdim. Kendimi hatırlatmak isterken aklımdan hiç bir şey geçmemişti. Doğaçlama düşünmeden hareket ediyordum.
Bu doğaçlamanın içinde "hatırlatayım kendinden emin konuşan insanlara bayıldığını söylemiştin. Bunun üzerine senle sohbet etmiştik, baya eğlenceli bir sohbet sonunda bana nüfus cüzdanını yollamayı teklif etmiştin, nikah işlemlerine başlamam için" diye gelen son mesaja cevap verdim.
Bu açıklama üzerine can parem çok şaşırmıştı. "Oha ya ben mi" diyebilmişti. Bu sohbet şaşırma, gülme, eğlenme ile ve daha nice değişik duyguyla o gün boyunca sürmüştü. Hatta ben ona yazışmaları hatırlattıkça o benim ismimi bile hatırlamıştı. Bu durum beni çok mutlu etmişti. Bu motivasyonla ben de onun ismini öğrenmiştim.
Kuşkulu beni bile kendine bağlayacak yegane kadının adı bence aşktı, sizce "MÜJGAN'dı."
O hatırlatma dolu günden sonra Müjgan'la kendimi günler boyu sohbet ederken buldum, onu keşfediyordum. Her söylediği söz beni benden alıyordu; sanki Allah bir kadın yaratmıştı, o kadında benim yarımdı. Neyi hayal ediyorsam onun cümlelerinde vücut buluyordu. Sesi güzel kadın iyidir diyordum; bana İspanyolca söylediği etkileyici şarkıyı gönderiyordu, enstrüman diyordum karşıma kuğu gibi güzelliği ile elinde kemanla çıkıyordu. Güzel görmek lazım Müjgan diyordum bana çizdiği kara kalem resimleri yolluyordu, Müjgan "sen bir harikasın" diyordum bana daha harika olduğunu her davranışla gösteriyordu.
Günler birbirini takip ederken, bende kendimi Müjgan'ı takip ederken bulmuştum. Fotoğrafını bile görmediğim kadının müptelası olmuştum, Müjgan'a kapılmıştım.
İç dünyam ise fırtınalıydı, düşünürken çoğu zaman kendimi eleştirirken buluyordum: "Ulan eşek kadar adam oldun, internette aşık mı olunur" diyordum, " ulan gerzek herif sen değil miydin kız arkadaşına mesafelere dayanmıyorum, sıkılıyorum deyip ayrılan"diyordum; ama ne yaparsam yapayım bu kapılma girdabından kendimi alamıyordum.
Bir gün yine kendimle kavga ederken birden lafa Müjgan girdi. " ben senin yazgınım Eren" dedi. Bu sesten sonra birden irkildim sabah olmuştu, fotoğrafını dahi görmediğim kadını düşünürken uykuya yenik düşmüştüm ve o efsanevi kadın rüyama girmişti, onun sesini duymuştum. Rüya olsa bile ben Müjgan'a çok bağlanmıştım.
Artık Müjgan'a duygularımı açıklama vakti gelmişti. Müjgan zeki kadındı söze gerek yoktu; ancak benim yine de duygularımı söze dökmem gerekiyordu. Onu görmek istediğimi, sesini duymak istediğimi, ona hayran olduğumu söylemem gerekiyordu.
Aşkaram: 2.Bölüm bitmiştir. Okuduğunuz için teşekkür ederim. 3.bölümde görüşmek dileğiyle.