Sonraki kırk gün boyunca yasını tuttu Mahidevran aralıksız. Her gün bıkmadan usanmadan topladı gür saçlarını. Her gün Kur'an-ı Kerim okuttu. Her gün ihtiyaç sahiplerine yemekler dağıtıldı...
Kırkıncı günün sonunda dairesinde tek başına oturuyordu. Kafa dinlemek için cariyelerin hepsini kovalamıştı. Sürgülü kapı yavaş yavaş açılınca bir süredir içinde sakladığı sinir patlayıverdi.
"Beni rahatsız etmeyin deme..."
Azarı yarım kaldı. Gülfem'in süzülerek içeri girdiğini gördü. Bakışlarını yeniden penceresinin önünde uzanan bahçeye çevirdi. Sonra kadının titreyen sesini duydu.
"Mahidevran.."
"Hayır Gülfem Sultan, Bosfor. Yaşadığım acı Bosfor'un varlığı kadar gerçek. Mahidevran Sultan bir göz yaşı bile dökmedi. Oysa Bosfor... Bosfor Ahmet'iyle toprağın altına girdi."
Az önce karşısında dikilen kadının şimdi ayaklarının dibinde sarsılarak ağladığını gördü.
"Affet. Affet Mahidevran.. Ben cezamı aldım. Hem de... Hem de iki misliyle."
"Sen ne diyorsun kadın? İki evlat kaybetmenin verdiği acı, birininkini katlar mı yani? İkisiyle de can kopmuyor mu canından? İkisinde de ömrünün yarısı gitmiyor mu ha?" diye bağırıverdi Mahidevran. Hırsı bitmemişti ama dermanı yoktu. Dizlerinin boşaldığını hissetti. O da bıraktı kendini Gülfem'in yanına.
"Onlar benim sadece evladım değil, umudumdu da... Sen gelince elimde ne aşk kaldı ne şan ne de şöhret... Ben de..."
"Sen de öç almaya kalkıştın. Masum bir çocuğun canıyla. Ha ama pardon, bize üç tane çocuğa mal oldu." Derin bir nefes aldı ve "Evlatların," dedi Gülfem'e dönerek "Senin günahının bedelini ödediler. Hem de canlarıyla..."
Ayağa kalkıp az önce mahvolan kendi değilmiş gibi azametle durdu düşmanının karşısında. "Seninle bir hesabımız kalmadı Gülfem Sultan. Sen cezanı sadece iki can kaybederek değil, Osmanlı tarihinden silinerek de aldın."Kırkıncı günün sonunda has odadan bir kahkaha yükseldi. Herkes ilk beyzadesini kaybeden Mahidevran Sultan'ın acısını unuttuğunu sandı. Onlara mı kalacaktı yas tutmak? Öbür gün harem eski haline döndü. Eskisi gibi olmayan tekbir şey vardı; Mahidevran Gülbahar Sultan.
Ama kara bulutlar dağılmadı Saruhan Sarayı'nın tepesinden. Kötü haberler peş peşe gelmeye devam etti. Sultan Selim Han'ın şirpençe lanetine yakalandığını öğrendiler önce. Valide Sultan kendini dairesine kapattı. günlerce yüzünü kimse göremedi. Hatice günlerce ağladı. Ve Şehzade Süleyman ruh gibi dolaştı sarayda. Dışarıdan gören herhangi birisi tahtın kendine kaldığına üzülüyor sanacaktı.
İki gün sonra küçük bir birlikle payitahta gitti Şehzade, ailesinin başında İbrahim'i bırakarak. "Olur da pederime bir şey olursa.... Onlar sana emanet İbrahim. Sağ salim getir hepsini yanıma."
Süleyman İstanbul'a vardıktan sekiz gün sonra haber ulaştı Saruhan Sancağı'na. İbrahim; Valide, Hatice ve Mahidevran'ın beraber bekleştikleri büyük daireye girip selam verdi.
"Hayırdır inşallah İbrahim? Bir mektup mu geldi saray-ı hümayundan?" dedi Valide.
Mahidevran sadece İbrahim'in başını eğdiğini gördü. Ardından Ayşe Hafsa Sultan azametle ayağa kalktı. Gözlerinden süzülmüş olan iki damla yaş, buruşmaya yüz tutmuş yanaklarından aşağı kaydılar. Hatice de sessiz sessiz ağlıyordu. Sonra ikisi de aynı anda daireden çıktılar. Mahidevran bir anlam verememişti. İbrahim'e döndü.
"Neler oluyor paşa? Neye yormalı bu vaziyeti?"
Adam Mahidevran'a dönüp eğildi.
"Cümle Osmanlı mülkü ve Saray-ı Hümayun sizi bekler Sultan Süleyman Han'ın zevcesi Mahidevran Gülbahar Sultan."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Aşk-ı Al-i Osman
Historical Fiction"Geldiğim mis kokulu dağları, geniş stepleri verin bana... Ve alın benden Osmanlı geleceğimi." Bir yanda Yavuz Selim döneminde, ailesi tarafından Osmanlı'ya gönderilen genç bir kız... Diğer yandaysa Süleyman'ın rakipsiz oturacağı taht için daha şimd...