''Af edersiniz, af edersiniz. Geçmeme izin verin; bir yere yetişmem lazım. Af edersiniz, Ehh! Yeter be yol verin!'' diye bağırdım en sonunda dayanamayıp. Kalabalık kaldırımda insanların arasından geçmeye çalışıyordum. Nazik dilden anlamadıklarına göre biraz kaba olmak gerekiyordu.
Ani çıkışım üzerine bana tuhaf tuhaf baksalar da onları umursayacak halde değildim. Onlar yüzünden seçmelere geç kalacaktım.
Annem iyi miydi acaba? Belki de şu an burada değil de onun yanında olmalıydım. Bana iyiyim demişti ama yine de içim hiç rahat değildi. Şu seçmeleri atlatsam da bir an önce geri dönebilsem. Yine hatlar karıştı. Ben insanların arasından geçiyordum, değil mi?
Okulun önüne geldiğimi koskocaman tabeladan anladım. Tabelada büyük harflerle H.A.V. yazıyordu. Yüzümü buruştursam da benim geleceğime açılan yerin adı olduğu için hızla sağa döndüm ve büyük demir kapıdan içeriye girdim.
Bahçe bu kadar güzelse binaların içi nasıldı Allah bilir. Büyük meşe ağaçlarının gölgesinde banklar vardı ve koskocaman bahçe kauçuk zemindendi. Akademinin çok parası vardı herhalde.
Omzuma yediğim bir darbeyle kendime geldim ve yanımdan koşarak geçen çocuğun arkasından ters ters baktım. Ne acelesi vardı ki? Galiba seçmelere katılacaktı o yüzden bu kadar telaşlıydı. Seçmeler mi?
''Eyvah!'' dedim ve bende çocuğun peşinden koşmaya başladım. Çocuğun girdiği bina beş binanın en büyüğüydü ve galiba seçmeler burada yapılıyordu. Çocuk bir masanın önünde durduğunda nefes nefese görevli kişiye baktı.
''Seçmeler için form alabilir miyim?'' dedi görevliye. Çocuk yüzünden görevlinin kim olduğunu görememiştim ama önümden çekilince kendimi yunan tanrılarından birine bakarken buldum. Yunan tanrılarıyla arasındaki terk fark siyah gözleriydi; ha, bir de bu Türk'tü. Bana gülümseyerek baktı ve masanın üstündeki formları düzenledi.
''Sende mi form istiyorsun?'' dedi. Dilim nereye kaçmıştı? Konuşmam gerekiyordu ama bilincim konuşmak için beyne sinyal göndermek yerine ağzından sular akıtarak adama bakıyordu. Sadece kafamı sallayabildim ve uzattığı kalemle masadaki kâğıdı doldurmaya başladım.
Adı-Soyadı: Neva Akgün
Yaş:19
''Adının anlamı ne? İlginç bir adın var!'' dedi Apolyon. Kafamı kaldırıp ona baktığımda yazdıklarıma baktığını gördüm. Gülümsedim ve adımla gurur duydum ilgi çekici olduğu için.
''Sorular arasında bu yok ama!'' dedim gülümseyerek. Az önce flört mü etmiştim ben? Kendime içimden küfürler ederken onun da gülümsediğini gördüm. Kafamı şapşalca sallayıp formu doldurmaya devam ettim.
Yarım saat kadar sonra sıra bana geldiğinde heyecanla koridorda volta atıp söyleyeceğim şarkıyı prova ediyordum. Adım okunduğunda midemde gıdıklanmaya benzer bir his oluştu. Seçmelerin yapıldığı odaya doğru giderken Apolyon arkamdan seslendi.
''Telefonunu bırakman gerekiyor. Üzerinde herhangi bir teknolojik eşya varsa onları da.'' dedi nazikçe gülümseyerek. Cebimden telefonumu çıkarıp ona uzatırken elim titriyordu. Bu heyecandan değildi; sanki telefonumu verirsem bir şey olacakmış gibi geliyordu.
'Kötü düşünme!' diyen bilincime hak vererek tüm olumsuz düşüncelerimi attım zihnimden.
''Lütfen, eğer hastaneden telefon gelirse ne olursa olsun bana haber verin. Lütfen!'' dedim elimden telefonu alırken Apolyon'a. Başını olumlu anlamda salladı ve bana anlayışla gülümsedi.
''Başarılar!'' dedi ben arkamı dönüp yürürken. Kapının önünde durup kapının açılmasını bekledim. Söyleyeceğim şarkının sözlerini tekrar ettim içimden. Ellie Goulding'nin ' Love Me Like You Do' adlı şarkısını söyleyecektim. İki kanatlı kapı içeriden ardına kadar açılınca nefesimi tuttum. İçeriye girerken sırtımı yay gibi gerdim ve nefesimi verdim.
Mesleğim gereği içeriyi gözlerimle hızla taradım; uzun bir masanın arkasında oturan dört kişi vardı. İki kişi de kapının yanında duruyordu. Gözlerimi tekrar masaya çevirdim ve masada oturanlara dikkatle baktım.
Kırmızı dekolteli bluz giymiş sarışın bir kadın masanın bir ucunda oturuyordu. Onun yanında ise kapüşonlu bir adam vardı ve bakışları çok dost canlısıydı. Elimde olmadan gülümsedim. Gözlerimi diğer adama çevirdiğimde suratımda ki gülümseme silindi. O kadar ciddi bakıyordu ki! Yatışmış olan heyecanım katlanarak geri geldi.
Kahverengi gözleri soğuktu ve dudakları ip gibi gergindi. Gözlerimi hızla kaçırıp diğer adama baktım ve şaşkınlıkla tekrar donuk bakışlıya baktım. Gözlerim aralarında mekik dokurken ikisi arasından yedi fark buluyordum.
Birincisi bu adamın gözleri gülümseyerek bakıyordu. İkincisi bu adamın dudağının kenarındaki kırışıklar diğeri gibi somurtmaktan değil de gülümsemekten oluşmuş gibiydi. Üçüncüsü bu adam gülümsediği için yanağındaki gamze ortaya çıkmıştı. Dördüncüsü takım elbiselinin aksine bu sabah tıraş olmadığı belliydi. Beşincisi iri gözleri gülümsemekten kısılmıştı; altıncısı üzerinde takım elbise yerine kısa kollu tişört vardı. Yedincisi ise bu adam gülümsüyordu!. Bunlar farklarıydı. Ortak yönleri ise –ben ortada tek bir benzerlik görüyordum- tek yumurta ikizleri olmalarıydı.
Sarışın kadın hafifçe öksürerek dikkatimi çekti.
''Dikizleme işlemin bittiyse yeteneğin ne söyler misin?'' dedi alaycı bir edayla. Gözlerimi devirmemek ya da kadına dalmamak için kendimi zor tuttum. Şimdi soruya gelecek olursak; dans edebiliyorum, şarkı söyleyebiliyorum. Eee? Hangisini seçecektim ki ben? Boğazımı temizleyip küçüklüğümden beri hayalim olan şeyi dile döktüm.
''Şarkı söyleyebiliyorum! Daha önce hiç eğitim almadım. Ayrıca ortaokulu terk ettim. Bunun bana bir dezavantajı var mı?'' diye hızlı hızlı konuşup hepsinin yüzüne tek tek baktım. Kapüşonlu adam tok sesli bir kahkaha atarken; tek yumurta ikizlerinden sıcakkanlısı ışık saçarcasına gülümsedi. Sarışın kadın ve mahkeme suratı ise kaş çatmakla yetindi.
''Yanlış bir şey mi dedim? Ya da, ne bileyim? Çok mu konuştum? Genellikle çok konuşkan bir insanımdır da!'' dedim gülümseyerek. Bu sefer kapüşonlunun kahkahasına sıcakkanlı yumurta da katıldı.
Kendimi iyice rezil ediyordum değil mi? Ne yapayım, heyecanlanınca çenem açılıyordu ve makineli tüfek gibi artarda kelimeleri sıralıyordum. Susmak ne bilmiyordum.
''Seni sevdim ama son adaysın ve bizim de zamanımız bitmek üzere. Beş dakika içinde yeteneğini göstermezsen-'' sözünün devamını getirmedi ama ben anlamıştım. Annemin dileğini yerine getiremezdim, hayalimi gerçekleştiremezdim. Bu fırsatı da kaçırmış olurdum.
Derin bir nefes aldım ve şarkıya girmek için kendimi hazırladım.
'' You're the light, you're the night-'' ikinci satıra geçemeden kulağıma dolan melodiyle sustum. Bu benim telefonumun melodisiydi. Arkama dönmemle yüzünde endişeli bir ifadeyle kapıda dikilen Apolyon'u görmem bir oldu. Kafasıyla hızla jürilere selam verip yanıma geldi ve telefonu bana uzattı.
Vücudumu bir titreme sararken ruhumun kıvrandığını hissettim. Kalbim kulaklarımda atarken titreyen ellerimle telefonu aldım ve açma tuşuna basıp kulağıma götürdüm.
''Neva Akgün, size üzülerek bildiririm ki, anneniz Fahriye Akgün'ü az önce kaybettik. Buraya gelseniz iyi olur!''
***
ANLATIMIM BASİT VE SIRADAN GİBİ GELSE DE ESKİ BÖLÜMLER OLDUĞU İÇİN ÜZERLERİNDE FAZLA OYNAMIYORUM VE SADECE YANLIŞLARIMI DÜZELTİYORUM. SIKICI GELEN, GÖZÜNÜZE ÇARPAN HERHANGİ BİR SORUNU YORUMLARDA BİLDİRİRSENİZ ÇOK YARDIMCI OLURSUNUZ. :)
YORUMLARINIZI EKSİK ETMEYİN :) SEVİLİYORSUNUZ :D
ŞİMDİ OKUDUĞUN
H.A.V. *Hayallerinden Asla Vazgeçme!*#Wattys2018
Teen FictionDeniz misali olur bazı insanlar. Kimi zaman haşmetli dalgalarıyla döver kıyıları; kimi zaman ise bir anne şefkatiyle kucaklar yalnızları. En iyi dosttur deniz. En iyi sırdaş. Dünyada ondan iyi başka bir dinleyici yoktur. Ağlarsın kıyısında. Haykırır...