2007 yılının zamanı belirsiz bir gece yarısından sonrası.
Lise... Bu tek kelimelik heyecan her orta son öğrecisinin içinde büyümekte, büyürken çağlamakta ve çağladıkça artmaktaydı. Ancak büyük bir hayal kırıklığı, hayaller için hazin bir son vardı yolun sonunda. En azından benim için bu böyle olmuştu. Ancak korkulduğu kadar da berbat değildi. Mesela, size çömez olduğunuzu söyleyen biri olursa burun kıvırabilirdiniz; hele de bu kişi bir onuncu sınıfsa. İnsanlar olduğu yerdeyken oraya geldikleri yeri pek çabuk unutabiliyordu velhasıl. Her neyse, konuya yeniden dönecek olursak... Benim okulum da benim için tam bir hayal kırıklığından ibaretti. Fabrikaların arasında, apaçi diye adlandırdığım tiplerin yuvası olan bir yerde... İnsanları sınıflandırmak gibi olmasın, okul çıkışında turuncu renkli bir Kartal, Şahin'le yolunuz kesilip aracın açık olan camlarından dört tane jöle kafa size "Atla!" derse ne demek istediğimi anlarsınız.
Annem çalıştığı yerde sıkıntılar yaşamaya başlamıştı, sağlığının da iyi olduğu söylenemezdi. Küçük ve tek kadın patronunun ricası üzerine iş çıkışlarında onun evine temizliğe gidiyor, eve gelmezi gece yarısını geçiyordu. Bir kadın için, özellikle de bizim yaşadığımız şehirde oturan bir kadın için bu olması gerekenden bile fazlaca tehlikeliydi. Babamsa buna karşın oturmaktaydı. Evet, oturmak. Eğer bir iş olarak addedilseydi bu işin en büyük üstatlarından biri olabilecek insandı babam. Bense ailenin, baba sözü dinlemeyen kızıydım. Okul tercihi yapılacağı dönemde ailesini: "Eğer beni o okula gönderirseniz yemin billah kaçarım, hiç istemediğiniz biri gibi olurum, kimse de beni durduramaz," diye tehdit eden yüzsüzdüm. Şimdiyse bir çapaya halatla bağlanıp denizin dibini boylamakta olan derslerimle koca bir okyanusta çırpınmaktaydım, bir de okul çıkışlarında anneme yardıma gidiyordum...
Yine bir gece yarısında, sırtımda okul çantam, elimde annemin iş çantası ve ne olur ne olmaz diyerek annemin elini tutmuş metro istasyonuna doğru hızlı adımlarla yürürken içimde tarifi mümkün olmayacak kadar berbat bir huzursuzluk vardı. Parmaklarımı avuç içlerime gömmüş etrafı kolaçan ediyordum gözlerimle. Alt geçitten geçmek zorundaydık ve işin ironisi, alt geçitte bir kamera bile yoktu. Merdivenleri isteksizce inerken annemi rahatlatmak için elini biraz daha sıkı kavradım. Nafileydi.
Adım sesleri. Hemen arkamızda. Son basamaktaydık. Ne olduğunu anlama şansım bile olmadan elim annemin elinden kurtulmuştu. İki kişi kahkahalarla gülüyordu.
Göğüslerimde hissettiğim eller tiksintiyle öğürmeme sebep olurken annemin çığlığı doldurdu kulaklarımı, belki de çığlık bana aitti. Başka bir çift el ise bacaklarımdan yukarı tırmanmaktaydı.
Çırpındım. Var gücümle savurdum tekmelerimi, yumruklarımı. Yetersizdi.
Bir adamın sesi kulaklarımda çınlarken üçüncü ayak sesi daha çok korkmama sebep oldu. Ağlıyordum. Bu adam da mı onlarlaydı? Ölecektim.
Kulaklarım uğulduyor, başım dönüyordu. Bedenim iki çift elden kurtuldu, nedenini göremiyordum. Pelteye dönmüş bacaklarım beni taşıyamadı, yere düştüm. Öğürmeye devam ettim kesik nefeslerimle. Hava sıcaktı, üşüyordum. Hayır, ölüyordum.
İkinci tacizim ruhumu katletmişti. Büyük bir acıyla gelmişti, soğul bir yangın gibiydi. Bir ölü, bir de yaralı vardı. Annemin ruhu, benim ruhuma göre daha kurtarılabilirdi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bir Bedenin Haritası
ContoSevişti bir bakir ile bakire. Erkeğe milli dediler, kadına fahişe. -C. Süreya "Benim bedenim, benim kararlarım!" diye bağırmak istedi...