Zamandan öte ve zamanın içinde, her şeyin başlangıcı ve bitişi olan bir günden
Üzerimde, çok beğenerek almama rağmen kendime bir türlü yakıştıramadığım beyaz elbisem vardı. Saçlarım uzundu, upuzun; kalçama dek uzanıyorlardı. Koyu kahvenin siyaha ve kızıla karıştığı tutamlar dökülüyordu omuzlarımdan, yıldızların altında parlıyorlar mıydı bilmem ama soğuk bir sonbahar akşamında ve bir terasta oturuyordum. Yanımda dalından koparılmış beyaz bir gül, itinayla topladığım kuru sonbahar yaprakları vardı. Bir tütsü ve sokak lambasından yansıyan ışığa göz kırpan bir jilet. Her şey tamamdı, hazırdı.
Kollarımı dizlerimin etrafına sararak derin bir nefes aldım, canım en fazla ne kadar yanabilirdi? Canımı yaktıkları kadar olacağını sanmıyordum ya da her an, nefes aldıkça canımın yandığı kadarıyla. Aynadaki yansımamdan nefret ettiğim -ettirildiğim kadar üzemezdi beni hiçbir şey, biliyordum. Annemin yüzüne bakamayışım, babamın dışarıda dolaşırken başını öne eğmesi, sessiz geçen yemekler... İlmek ilmek diziliydi her şey boğazımda, hoş, bir daha asla rahatlamayacaktı boğazım. Düşündüm; nerede hata yaptığımı, günahlarımı. Her şeyi hesap etmeye çalıştım.
Daha küçükken, tek korkum karanlıkken öğrenmiştim korkularımı yenmezsem hayatta bir hiç olacağımı. Annemin sözünü dinlemeyip babama karşı geldiğim için aldığım ceza nüfuz etmişti derime. Tek arkadaşım olan ayıcığım aslında beş para etmezdi, beni koruyamamıştı karanlık bodrum katından. Kâbusların düşler bitince başlamadığını öğrenmiştim mesela, çünkü kâbuslar; karanlıkta saklandıkları yerden çıkıp ele geçirirdi onları, zorla bize hükmederlerdi. Rutubet kokulu duvarlar saklamıştı çığlıklarımı, korkup düşmüş ve beraberimde birçok şeyi devirmiştim. En yakın arkadaşım kirlenmişti, artık en yakın arkadaşım değildi; böcekler ise karnını doyurmuştu taze etlerimle.
Ertesi gün, gün yüzü görmüştüm.
Çocukluğumun geri kalanı normaldi, normalden hallice ve kötülükten nasibini almış. Mutlu olmuştum, çokça. Altı yaşımda ellerime rakı beyazını bulaştırana dek hâlâ çocuktum mesela. Bir gece vakti ay düşerken odama ışık ışık, gecenin sesini dinledim. Karanlılta gizliydi ölü olan ölümlerin çığlıkları. O çığlıklara uyanıp kalkmıştım yataktan, korkuyordum ve kapı çalıyordu. Daha çok korkmuştum, kendime kızmıştım sonrasında. Annem yorgundu, uyanmasın istedim; yürüdüm kapıya. Henüz küçüktüm ben, miniciktim; ellerim güçsüz, kollarım kısaydı ve inceciktim, üfleseler düşerdim yere. O kapıyı açmamla yere düştü babam, korkup geri kaçmak istediğimde ayak bileğimi kavradı parmakları. Benim gibi konuşuyordu babam, peltekti, anlamamıştım. Sarhoşmuş meğer. O gün gömdüm babamı zihnimin ölü topraklarına.
Henüz çok küçükken öldü babam, kemikerim kırıldı
Alkol kustum, rakı koktu nefesim
Küçüktüm, ellerimde kirO an nasıl oldu ki, babamı kapıdan içeri çekebildim. Bilmiyordum ki kendi ellerimle kendi ruhumu katletmişim. Bir gece vaktiydi, henüz çok küçükken öldürdüm çocukluğumu ya da çocukuğum öldürülürken bir kenarda izledim. Ellerimde kendi ruhumun kanı, parmaklarımda ruhumun kan kokusu. Bir gece vaktiydi velhasıl, ölümü bulaştırdım gökyüzüne. Çocukluğum ölmüştü ölmesine de, o kadar kolay ölünmüyormuş. Henüz nefes alıyordum ya, son nefesim süzülene kadar uğraşacaklardı benimle. Henüz sağdım, yaşıyordum ya hani; ölüm kapımı çalmadan daha ölüverecektim ellerinde!
Yerde duran çakmağa uzanıp tütsüyü yaktım, o mis kokunun rüzgârda uçuşup burnuma dolacağı anı bekledim sessizce. Parmaklarım gülü kavradı, beyaz gül kanla kızıllaşınca güzel olurdu sanırım; güzel olmak zorundaydı bunların ötesinde. Derin bir nefesi ciğerlerime doldurup elimdeki çakmağı gülün yapraklarına tuttum bu kez. Gül yandı, ateş gibi kızıl parladı. Sonbahar yapraklarına kıvılcımlar düştükçe alev aldı o minik cehennem, bu kadardı ama: Beni öldürmeyecek kadar uzağımda ve tenimi yakacak kadar yakınımda. Yanan gül ile yaprakların yanına uzandım, yıldızları izlemeye devam ettim sessizce. O akşam da böyle yıldızlıydı gökyüzü, karanlığın içinde minik beyaz ışıklar...
Bir telefon gelmişti, soğuktu hava. Yabancı numaralara telefonu açmazdım ama açmıştım nedensizce. Hırıltılı bir ses duyuldu, sonra yalvarışlar, bir kızın ağlayışı. Dinledim, ben dinledikçe karşı taraf konuştu. Bir adres verildi, gittim. Söylendiği gibi büyük, minübüs tipli bir araçtı. Arka kapılardan birisi açılmıştı hemen ardından, içinden minik bir kız indi. Karanlıktı, kızın gözlerindeki korku okunuyordu ve iliklerime dek üşüyordum o korkuyla. Kız koşarak yanıma geldiğinde, bana sarıldığında yerimden kıpırdayamadım; artık nasıl korktuysa yılana sarılıvermişti can havliyle. Kızı götürdüler, arabaya bindim.
Bir savaş başlatmıştım ben, zihni hasta birinin hastalığına zehir katmıştım. Şimdi ucu bana dokunmuştu o ölüm kılıcının, şimdi benim canım vardı ipin ucunda. Darağacına asılıydı ruhumun boynuna takılı olan ilmek, ayaklarının altındaysa bir iskemle. İskemleye tekme vuracak olanı bekledim. Ben beklerken eller gezindi bedenimde, karşı koydumsa da pek bir işe yaramadı onu zevke getirmekten başka. Ağlamadım, çırpınmadım bunun farkına varınca. Bitsin diye bekledim, sessizdim. Ruhum bile çığlık atamadı.
Tütsüyle mis kokulara sarınmış jileti iki parmağımın arasın alıp sol bileğime, kolumu ortalayan ve boydan bir çizgi çektim yeterli bulduğum uzunlukta, uzandım yeniden. Yıldızlara karşı, güzel bir ölüm olacaktı, canım daha çok yanmadan. Gözlerimi kapayıp gülümsedim bir damla yaş yuvarlanırken yanaklarımdan, her şeyini kaybetmiş minik bir kız çoçuğuydum ben hâlâ; yitmemiştim. Küçüktüm, ellerimde kir
Kimseye duyuramadım sesimi
Kimseye anlatamadım
Yuttum, acıyı yuttum diğer her şeyle
Henüz büyümemiştim, babam öldü
Yaralı kaldım, kendim de saramadımGözlerimi açıp son kez baktım yıldızlara, bize en uzak olana. Yutkunamadım. Canım tıkandı boğazıma, nefes alamadım. Sondu, öldüm.
Son nefesimi verirken güldüm.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bir Bedenin Haritası
ContoSevişti bir bakir ile bakire. Erkeğe milli dediler, kadına fahişe. -C. Süreya "Benim bedenim, benim kararlarım!" diye bağırmak istedi...