Angela- Soluk Sarı Varlık

277 13 2
                                    

Bahçeye gidip yere oturdum. Uzun ve derin nefesler aldım, sakinleşmeye çabaladım. Zilin çalmasına iki dakika kala aklıma ders programına bakmak geldi. Günün her ders saatinde gözlerim garip çocuğu aradı, beynim ne halt ettiğimi sordu, gözlerim umursamadı ve onu aramaya devam etti. Bu şekilde tüm dersler geçerken üzüntü içinde fark ettim ki, onunla tek ortak dersimiz kimyaydı. O da pazartesi ilk ders ve perşembe yedinci dersti.

Okul bittiğinde beni yine psikiyatrım aldı. Eve gidip üstümü değiştirdim ve Hannah'la (en iyi/tek arkadaşım) biraz çene çaldık. Daha sonra sıkıldım ve markete gitmeye karar verdim, içimdeki salak, cılız umut onu tekrar görmek istedi. Biraz elma ile portakal aldım. Sonra da yürümeye başladım. 5 dakika kadar yürüdükten sonra portakalın teki yere düştü. Tam yakalayacaktım ki, yuvarlanmaya başladı. En sonunda portakalı yakaladım ve doğruldum.

Doğrulmamla birlikte korkuyla bana bakan bir çift siyah gözle karşılaşmam bir oldu. Sonrasında bir araba kornası, hızdan birbirine karışmış gibi görünen bacaklar ve...

Tanrım, burası da neresi?! Ne kadar da yumuşak bir yatak!

İlk düşüncelerim bunlardı, sonra etrafı inceledim. Birkaç tablo ile kasvetli gri duvarlar vardı. Ahşap bir masa ile sandalyenin yanındaysa siyah bir gitar duruyordu.

Doğrulmaya çabaladım, başım döndü ve tekrar yatağa yapıştım. Gözlerimi kapattım ve sakinleşip baş ağrımı dindirmeye odaklandım. Günler ya da dakikalar sonra ayak sesleri geldi kulağıma. Bu sefer daha yavaş doğrulmaya çabaladım.

Hafif bir parlaklık yayıldı etrafa, sonra Sebastian göründü. Biraz endişeli gibiydi.

" Nasılsın, neler hatırlıyorsun?"

Hafızam yerine geliyordu, yere düşen meyve ve siyah gözler...

"Ne, ne oldu? Burası da neresi? Neden burdayım ve yanımda neden sen varsın?"

"Tamam, tamam biraz sakin ol. Burası benim evim ve sen de benim odamda yatıyorsun. Burada olmanın sebebine gelinceyse... bayıldın! Evet, evet bayıldın. Ben de seni gördüm ve evime getirdim. İşte bu kadar basit!"

Biraz düşündüm, mantıksız gibiydi.

"Saat kaç?"

" Sekize on var. "

" Tanrım, ne? En geç sekizde evde olmalıyım."

" Seni motosikletimle evine bırakmamı ister misin?"

Sanırım en mantıklı seçenek buydu. Normalde bu kadar az tanıdığım biriyle hiçbir yere gitmezdim ama içgüdülerim bana ona güvenmemi söylüyordu, tabii kalbim de. Bu ikili daha önce beni hiç yanıltmamıştı, ben de onlara güvendim. Hem yürümeye kalksam çok uzun sürerdi, geceydi ve geç kalırsam arama yapmaya falan kalkarlardı. Tek sorun daha önce hiç motosiklete binmemiş olmamdı.

"Tamam ama daha önce hiç motosiklete binmedim."

"Hiç önemli değil."

Gülümsedi ve midemde (onunla tanıştığımdan beri) hafif hafif uçuşan kelebekler birbirleriyle yarışmaya başladılar.

Elimi tuttu - kelebekler midemi delik deşik ediyorlardı- ve beni yataktan kaldırdı. Motosikletini getirdi, bana da bir kask uzattı. Kaskı kafama geçirdim, o da bi türlü bağlayamadığım kayışları bağladı. Oturdu ve ben de arkaya geçtim. Adresimi söyledim. Döndü, sıkı sıkı tutunmamı söyledi. Belini tuttum ve muhteşem hız saçlarımı savururken iç geçirdim.

İki dakika içinde vardığımızda iki zıt duygu beynimde dört dönüyordu. Üzgündüm çünkü yolculuk çok kısa sürmüştü. Mutluydum çünkü böylece onunla vedalaşmaya vaktim kalmış ve eve geç kalmamıştım.

" Çok teşekkür ederim, Sebastian."

Kaskı çıkardım ve ona uzattım, aldı.

"Böyle güzel bir bayanı evine bırakmak benim için mutluluktur."

Ardından göz kırptı ve motosikletine binip uzaklaştı. Resmen eridim...

Kapıyı çaldım, psikiyatrım açtı.

" Nihayet gelebildin. Yoksa hakkında arama emri çıkarmak zorunda kalacaktım. Delinin tekinin gece gece sokaklarda yürümesi diğer insanlar için çok zararlı."

Söylenerek uzaklaştı. Artık böyle kırıcı şeylere karşı bağışıklık kazanmıştım. Umursamadım. Ayrıca dediğim de çıktı değil mi, arama emriymişmişmiş...

Salona yürüdüm, Hannah sıkı sıkı sarıldı bana.

" Kızım nerelerdesin?"

Hannah ruhsal açıdan sorunlu olabilirdi ama çok iyi sır tutardı ve paylaşacak kimsem de yoktu ondan başka. Bu yüzden de anlattım ona.

"Vay, vay, vay! Kim bu yakışıklı, parlak çocuk?"

Hannah auralar hakkında bana inanıyordu, ben de ona anlatıyordum.

Biraz daha konuştuktan sonra ödevlerimi tamamladım. (Not: Tarihten nefret ediyorum!) Sonrasında da Hannah bana bir ay sonra bizim okula başlayacağının müjdesini verdi. Çok sevindim. Pembe pijamalarımı giyip yatağıma uzandım.

Kasvetli, nemli bir ormandayım. Bazı ağaçlar pembe ve bazıları da gri. Hepsinin içinden kanatlı, parlak insanlar çıkıyor. Ama aralarında biri var ki ne pembe bir parlaklığa sahip ne de gri. O soluk bir sarılıkta parlıyor ve bana doğru geliyor. Korkutucu bir güzelliği var, yüz hatları yok. Sanki soluk sarı bir maddeden oluşmuş gibi duruyor. Adımı söylüyor ve elimi tutuyor. Büyülenmiş haldeyim... Sonra bir bakmışım ki ben de soluk sarı bir şekilde parlıyorum. Herkes bana bakıyor ve elini uzatıyor. Ellerini tutmuyorum, ben sadece o soluk sarı varlık için varmışım gibi hissediyorum. Pembe ve gri parlaklıklar bana kızıyor ve üstüme üstüme geliyorlar. Soluk sarı güzellik beni korumak istercesine önüme geçiyor. Ve onun ışığını söndürüyorlar. Haykırıyorum, haykırıyorum, hem onun için hem kendim için haykırıyorum...

Görünmez KaçakHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin