Kulaç attıkça şiddetlenen nefeslerimin ciğerimden çıkardığı hırıltılar ve havuzun tuzunun açık yaralarımı sızlatmasıyla baş başaydık. Kesikler çok derin değildi. Gerçi derin kesiklere de fazlasıyla alışıktım. Yaklaşık kırk dakikadır ılık suyun içinde bedenimi dans ettiriyordum. Dibe çektim kendimi ve kollarımı karnıma çektiğim dizlerime doladım. Saniyeleri saydım, tam doksan üç saniye dipte dingince durduktan sonra bacaklarımla yumuşak bir zıplama yaparak kendimi yukarı ittim ve derin derin soluklandım. Verdiğim ve aldığım her soluk bana yaşadığımı bağırıyordu adeta. Eskiden doksan üç saniye suyun altında kalma düşüncesi korkunç ve imkansız gelirdi kulağa. Zamanın izinde bu hâle geldim. Şimdiyse doksan üç saniye ciğerlerimi çok zorlamamak adına küçük bir nefes tekrarından ibaretti. İstesem iki dakikayı aştığı da oluyor. Arkasında siyah beyaz bir hayatın yer ettiği, zorunda kalmışlık becerisiydi bu uzun nefes tutmaları.
...Boğuk boğuk geliyordu sesler. Çünkü suyun altındaydım. Debeleniyordum, duyduklarıma odaklanmak imkansızdı. Net duyduğum şey baş yardımcılardan 2882'nin; "Henüz küçük, çok küçük o Kobra. Yapma bunu." deyişiydi. Bu belki de ricaydı, seçememiştim. Saymaya da çalışıyordum ama yirmiden sonrasında bilincim neredeyse kapanmıştı. "Otuz yedi oldu, şimdilik yeterli." dedi Kobra, maskesinin altından. Her geçen gün süreyi belirsiz bir örüntüyle artırıyordu. Belki de bu rakamlar da bir şifreydi, bilmiyordum. Fakat tuttuğum defterde yazıyordum. Bilincim birçok şeyi anlamasa dahi bu rakamları seçebilmek için kendimi zorluyordum. Kalanları çok da umurumda değildi. Ben şuan sadece yaşamayı hedef edinmiştim...
Saat gündoğumuna yaklaşıyordu, sudan çıktım ve kafamı sağa sola savurup su damlalarını saçtım. Şimdi duşa giremezdim, öncesinde poligon atışlarıyla antrenman yapmam gerekiyordu. Hepsinden sonra duşa girmek en doğrusuydu. İnsanlardan uzak olduğum için çok derdim de değildi zaten. Islak çamaşırlarımın üstüne yeşil mini şortumu ve atletimi geçirdikten sonra balaklavamı da boynuma geçirdim. Elim yine istemizce sol bileğime kavuştu ve baş parmağımla bileğimi okşadım, bileğimdeki dövmeyi; 00. Tekrar tekrar baktım ve eskiden yabancılık çektiğim şimdiyse gerçek Ben'i andım; Zero.
Poligon malikanemin zemininden de aşağıdaydı. Sadece poligon için değil birçok konuda kullanıyordum bu yeri. Adımlarımı yavaş yavaş atıyordum ve çömelmiş vaziyette etrafı kollayarak iniyordum çünkü basamaklardan karşıdaki rafı görebiliyordum ve atış şişelerinin rafından bir şişe eksilmişti. Buraya birisi girmişti. Belki de buradaydı hâlâ. Aşağıda birisi varsa girdiğimi görmemesi adına vakit kaybetmeden dikkatlice geri geri adımlayarak yukarı çıktım. Tak. Sırtım bir bedenle çarpıştı. Soğuk ve sert bir bedene. Nefesimi tuttum ve tam beni kollarıyla kavrayacakken botumun sert tabanıyla uyluğuna darbe indirdim. Görmesem bile tahmini bir tekme savurmuştum uyluğunu hedef alan. Ve her zamanki gibi bu da tutmuştu. Ufak bir inleme çıktı sıktığı dişlerinin arasından. Çünkü tabanın içi küçük çivimsi sivri yapılardan oluşuyordu. Tehlike her an benimle olduğu için bunun gibi birçok şey önlemlerle doluydu.
Hızlıca arkamı döndüm ve elindeki rafımdan aldığı hedef şişesini kafama indirmek üzereyken kafamı kaçırdım ve şişe yerde paramparça oldu. Cam kırıklarına baktığı esnada bacak arasına da bir tekme indirmiştim. Acıyla yere kapaklandı ve cam kırıklarını eze eze aşağı yuvarlanırken bacaklarıma çarpıp beni düşürmemesi için hızla merdivenin kenarındaki demire tutunup demirin öbür tarafına zıpladım. Merdivenin demirine tutunmuş havada sallanıyordum. Tekrar kendimi yukarı çektim ve merdivene çıktım. O da son basamaktan yere düşmüştü. Hızlı hareket etmiştim ve o inlerken, sırıtıyordum ve zevkli bir şekilde "Ah zavallı çaylak, üzgünüm. Özür dilemem çaylak!" diye haykırdım. Kimin adamı olduğunu bilmiyordum ama tecrübeden sabit bu da basit bir çaylaktı. Yanında korunmak için bir şey taşımayacak kadar basit bir çaylak.
Merdivenlerden çıktım ve kapıyı üstüne kilitledim. Oradan çıkabilmek için iki kapı vardı. Birisi yerden açılıyordu. Ona zaten ulaşamazdı. Öbürüyse şifreli demir kapıydı. Onu da açamayacağından şüphem yoktu. Gaz düğmesine bastım. Öldürmeyecek oranda kloroform salınımı yapan kendi tasarladığım özel sistemim vardı burada. Sadece benim parmak izimle çalışan bir düğmesi vardı. Oranını ayarlayabildiğim bir sistemdi. Etkisini çabuk gösteren bir şey olduğu için çok zamanımı almayacaktı. Ben de inip ne olur ne olmaz diye alt çıkış kapılarının kilidini kuvvetlendirdim. Tek kişi gelmişti, kamera odasından onları da incelemiştim. Bu eleman da her çaylak gibi beni çaylak sanan birisiydi.
Kaya'ya haber gönderip gelip bu çaylakla ilgilenmesini, benim ilgilenecek ruhsal güce ve kaybedecek zamana sahip olmadığımı söyledim. Yetmiş dakika içerisinde geleceğini belirtti. Ben de kameradan kontrol ettim ve yerde yatan bedenine bakarak bayılmış olduğu tanısına vardım. Gaz salınımını on dakika da bir aralıklarla ayarladım. Ölmesini istemezdim. Aslında ölmesi veya ölmemesi benim için bir şey ifade etmiyordu ancak ölmemesi bize avantaj sağlardı. Duş alacaktım fakat şuan tehlike daha fazla görünüyordu. İletişimde kaldığı üstleri varsa ondan haber alamadıkları için burayı basmaya kalkışabilirlerdi. Telefon sinyallerinden konuma erişemezlerdi fakat malikanenin konumunu bir şekilde bulmuş oldukları ortadaydı. Şehirden bir buçuk saat uzaklıkta, yer altı bile sayılabilecek gizli bir yerdeydi. Kafamı fazla yormadım, Kaya gelince tüm bunlara ulaşacaktım zaten.
Kapıyı tıkladı, büyük bir malikane olsa bile bomboş olduğu için bunu duyabiliyordum. Kaya olduğunu tıklama ritimlerinden algılayabiliyordum; Bir vuruş ve dört saniyenin ardından ikinci vuruş, iki saniye sonra üç tane peş peşe vuruş...
Ekrandan doğrulama sistemine gösterdiği, bileğindeki 22 kodunu da gördükten sonra Kaya olduğunu doğruladım. Kodunu yenilemişti. Daha da belirginleştirmişti. Tanınmak adına yaptığımız tıklayış ritimleri ve bileklerimizdeki kod okutmasını "HALKA" dan başka kimse bilmiyordu. Bu da gelenin bizden olduğunu kesinleştiriyordu. Kapının iç şifresini girip kapıyı açtım.
Tokuşmamızı yaptık ve birbirimizi kucakladık. Belki sırası değildi fakat birbirimizi özlemiştik. Doğal olan buydu; İnsan kardeşini özlerdi.
Çok vakit kaybetmemek için hemen poligona indirdim onu. Kapı çalmadan hemen önce gaz salınımını durdurma ve içeriyi havalandırma komutunu verdiğim için içeriye rahatça girebilmiştik. Kaya adamın nabzını yokladı ve yaşadığını onaylar anlamda başını salladı. Sonra basit bir hamleyle onu tutup kaldırdı ve bağladı. Ceplerini kontrol ettikten sonra üzerindeki akıllı telefonunu, çakısını, sigarasını ve çakmağını bana uzattı. Ben de dudağımın kenarıyla güldüm ve iki dal çıkarttım. Kendi çakmağımı bunda kullanmazdım. O yüzden çaylağın çakmağıyla ikimizinkini de ateşledim. Güldük.
Kısa dakikalardan sonra telefonunu açtım ve parmak izini okuttum. Şifreyi kırabilecek yeterliliğe sahiptim ama bu işimi kolaylaştırmıştı. Sonrasında Kaya'yla adamı dışarı çıkarıp Kaya'nın aracının bagajına yerleştirdik. Birbirimize ayıracak çok vaktimiz yoktu çünkü Halka iş varken arkadaş buluşması gibi şeyler yapmazdı. Neredeyse hiç konuşmamıştık bile.
Aracının ön koltuğuna yerleşirken camını indirmesi için elimle işaret ettim. Camı açtı ve "Bulduğun ne varsa bana iletmeyi unutma ahbap." dedim. O da "Elbette Zero, söylemen hata." diyerek karşılık verdi. Birbirimize veda ettikten sonra arabasının gidişini gözledim ve gözden kaybolunca derin bir nefes vererek gökyüzüne kaldırdım kafamı. Yağmur döküştürmeye başlamıştı. Yağmurdan hoşlanmazdım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Mavi Vahşet
Roman pour AdolescentsÇok cana son nefesini verdirdiğim o silahın namlusu şimdi de benim kafama dayalıydı. 9 ay boyunca aklımdan geçtiği gibi, aklımdan en son geçen şey de o olacaktı. Küçücük bedenine dünyaları verebileceğim parçam; oğlum. Pars'ım. Kanımdan gelen kötü ko...