Ölüm Günlüğüm 5. Gün

882 115 38
                                    

Cem Adrian'ın şarkı sözleri kullanılmıştır.


Olduğum yerde tüm bir günümü geçirmiştim. Ellerimi, ayaklarımı incelerken, bir yandan da düşüncelerimi gözden geçiriyordum. Normal bir zamanda olsa kendimi bir odaya kapatır, aylarca o odadan çıkmazdım. Babamın kaybını nasıl oldu da bu kadar çabuk kabullenebildim bilemiyordum. Düşünceler girdap misali dolanıyordu.

Adamın bana anlatmaya çalıştığı şey de neyin nesiydi? Yaşayıp görmem için bolca zamanım olduğu kesindi. Fakat neyi yaşayacaktım? Yattığım karlara bulanmış çimlerden usulca doğruldum. Gideceğim yere henüz karar verememiştim. Belki de kırık pencereli evimden içeri girip, bir daha hiç çıkmamalıydım. Ya da huzur bulduğum tek yer olan saklı bilgiler evine –kütüphaneye- gidip orada bir ömür geçirmeliydim. Sonsuz olmak bu kadar boş muydu? Hani şu öğretmenlerin gösterdiği gibi... Bir kaç sayı ve yanına üç nokta. O üç noktadan sonrası kadar boştu işte sonsuzluk.

''Yine dalmışsın hayaller âlemine paşa.'' Yine gelmişti. Bu sefer gidecekmiş gibi görünmüyordu. Yanıma geldi ve beyaz çimlerin üzerine uzandı. Sol kolunun üzerinde yan yatarak bana doğru döndü. O zaman yüzünü inceleme fırsatı bulabilmiştim. Tıpkı bir ölümlü gibi gerçekti.

''Aslında nereye gidebileceğimi düşünüyordum. Fakat sen bir yere gitmeden sana soracaklarım var.'' Ne soracağımı biliyormuş gibi bir gülüş fırlattı.

''Gerçek değiliz. Ruhumuzun neden kabul edilmediği hakkında hiçbir bilgimiz yok. Muhtemelen bir sonumuz yok. Ve evet bizler gibi milyonlarca ölümden sonra hayat yaşayan canlı var. Unutma! İkinci bir hayat asla armağan değildir.'' Sorguladığım her şeyi o da sorgulamıştı. O da bu süreçlerden geçmişti demek. Sahiden ikinci bir hayat hediye midir insana?

''Soracaklarımın bundan ibaret olmadığını biliyorsundur umarım.'' Tek bir hamlede ayağa kalktı ve elini uzattı. Tedirgindim, tedirgin olmakta da haklıydım. Ben yeni doğmuş bir çocuk o ise bana hayatı öğreten ailemdi. Elini sıkıca kavrayıp ayağa kalktım. Bir şey söylemeden yürümeye başladı. Bense sadece arkasından onu izliyordum. Gelmediğimi anlamış olacaktı ki arkasını dönüp, ellerini göğsünde bağladı.

''Nereye gittiğimizi söylemeyecek misin?'' Gözlerini devirdi ve yürümeye devam etti. Peşi sıra gitmek zorundaydım. Etrafımda ondan başka kimse yoktu. Ama nereye gittiğimizi öğrenmeden susmaya niyetli değildim.

''Nereye gittiğimizi söylemezsen gelmiyorum. Çocuk değiliz, birbirimizin üzerinde üstünlük kuramayız.''

''Kız gibi dırdır edeceksen ben gidiyorum. İster gelirsin, ister gelmezsin''

Her yerde aynı kural geçerliydi. ''Yeni olan her zaman çömezdir.''

Çömez olmaya niyetim yoktu. O bir yöne giderken, yolumu değiştirdim ve kütüphaneye doğru yol aldım. Gerekirse bir milyon yıl oradan çıkmayacaktım. Şu zamana kadar okulda bile ''çömez'' damgası yememiştim ben.

Gözlerim kar taneciklerinin parıltısı ile kesişirken, ayaklarımda onları ezip geçiyordu. Hayat da böyle değil midir? Kiminin göz bebeği olursun, kiminin paspası...

Saklı bilgiler evinin kapısına geldiğimde, annemle olan anılarım canlandı gözümün önünde. Kütüphaneye bu ismi veren annemdi. Küçüklüğümde beni ve abimi hep kütüphaneye getirir, akşamları bize okuyacağı kitapları seçmemizi isterdi. O zamandan abimle çok farklı iki insan olduğumuz belliydi. Benim ilgimi her zaman bilimsel kitaplar çekerken; abimin ilgisini polisiye kitaplar çekiyordu. Annemse gece korkmamamız için benim seçtiğim kitapları daha uygun bulurdu. Abim de hep bana ayrımcılık yapıldığını düşünür dururdu.

Kütüphanenin kapısından içeriye girdiğimde, her zaman alışkın olduğum o görüntüye bakarak iç geçirdim. Ne kadar da huzurla doluyordu insan. Yüzlerce, binlerce hatta on binlerce kitabın arasında bir ömür geçirmek yapileceğim en iyi seçimdi sanırım.

Kapının hemen yanında bulunan kütüphane görevlisi Münevver abla, tıpkı bize aşıladığı gibi bu günün çocuklarına da aşılıyordu kitabın önemini.

Haftalar önce okumaya başladığım kitabın bulunduğu rafa doğru adımlarımı yönlendirdim.

Saklı bilgiler evi şehrin en büyük kütüphanelerinden biriydi. Yerden, tavana kadar uzanan kocaman rafları vardı. Onlarca sütundan oluşan raflarda düzenli bir şekilde dizilmiş kitaplar yer alıyordu.

Okuyacağım kitap üst raflarda bulunduğundan alması çok zordu. Parmaklarımın üzerine çıkarak, kitaba doğru uzandım. İlk deneyişimde başarısız olmuştum. Bir daha denemekten zarar gelmezdi. Tekrar uzanmayı denediğimde elim kalınca bir kitaba değmişti. Kitap yere düşerken sayfaları açılmış, düştüğündeyse kütüphanenin duvarları arasında yankılanan büyükçe bir ses dalgası yaratmasına sebep olmuştu. Herkesin dikkati kitabın düştüğü yere doğru çevrilirken, daha fazla dikkat toplamamak için kütüphanenin kapatılacağı saati beklemek üzere bir köşeye sığındım.

Bu kütüphane benim oyun alanımdı. Kitap rafları arasında gezinip, okuyormuş gibi saatlerce satırlara bakmayı oyun sanırdım ben.

Cenin pozisyonu almış bir biçimde yeri izlerken, yanıma birinin yaklaştığını hissettim. Bu o değildi. Uzun siyah saçlı, hafif uzun boylu ve zayıf bir kızdı. Pembe kulaklıkları takılı, kitapları karıştırıyordu. Bir süre onu öylece seyrettim durdum. Sonunda bir kitapta karar verip, koltuğunun altına sıkıştırdı. Tekrar kitaplara göz gezdirip, bir masaya oturdu. Kitabın kapağını açarken gözlerim ismine kaydı. Bu benim yıllar önce okumuş olup, hayran olduğum bir kitaptı.

''Into the Wild'' gerçek bir hikayeyi konu alıyordu. Amerikalı bir gezgin olan Christopher Johnson McCandless'ın hayallerinin peşinden nasıl gittiğini anlatıyordu.

Küçük beyaz kaplı bir defter çıkardı kız. Kitabı okurken bir yandan not alıp, bir yandan da satırlarda gözlerini gezdiriyordu. Ayağa kalktım ve kızın yanına gittim, kulaklığından duyulan müziği dinlemeye başladım...

'' Bir armağan gibi Tanrı'dan bana

Kış güneşinde altın kirpiklerin

Ben seni çok sevdim...''

Ölümümden SonraHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin