Solumda oturuyordu. Karşımda uzanan şehre dalmıştım. Böyle anlarda bir yolunu bulur, elimi tutardı. Yine, hafif sola dönük kafasını bana çevirmeden ve suratıma hiç bakmadan; soğuktan mos mor olmuş ellerimi buldu, sıcacık avucuna aldı ve bekledi. Kendimizi hep buraya atıyorduk zor zamanlarda, bu yüksek binanın tepesine. İçine bata çıka bir hal olduğumuz bu hayat yolunda, bir an için yüksekte kalıp, yüzeye çıkıp nefes alabilmek için... "Uçamayan birinin en güzel hayalidir uçmak. Ve uçabilen yoktur hiç, olmamıştır." Dedi gözlerini bana çevirip. Sanki biraz sonra kanatlanıp gidecekmiş gibi tereddütlü, isteksiz bir bakışı vardı. Gözleri dolmuştu; gözündeki siyahlığın üzerinde, uzakta belli belirsiz görünen şehir lambaları gibi titrek, küçük bir parıltı belirmişti. Ve ben buna izin veriyordum, izin vermek zorunda kalıyordum.
O an sanki evrendeki tüm sesler kulağımıza doluyor, bize susmamızı telkin ediyordu. Fakat konuşmaya ihtiyacı vardı: "Neden yaşadık tüm bunları gerçekten anlamıyorum. Kocaman bir ıssızlık için miydi tüm bu mücadele? Sonunda en dibe dalmak için mi çıktık bunca tepeyi? Benim tekrar tekrar aynı şeyleri yaşayacak gücüm yok artık. Benim daldığım bu toprak yığınından kurtulacak gücüm yok. Şimdiye dek, çoktan ölmüş olmamız gerekirdi..." dedi hayret ve sitem dolu bir tonlamayla.
Yaşıyorduk çünkü dünyanın bizim yaptığımız aptallıklara ve bu aptallıkları yaşayacak birilerine ihtiyacı vardı. Sonrasında, sonunda, "zamanı" geldiğinde; hayat hepimizi harcıyordu. Anlamsız bir şekilde herkes zamana, bu basit tik tak seslerine boyun eğiyor, ritmiyle sarhoş oluyordu ve olanları hiç düşünmüyordu. Rutubetli duvarlara asılmış süslü duvar saatlerinin en orta yerinde; telaştan mı yoksa çaresizlikten mi bilmem, hepimiz hızla ve büyük bir ümitsizlikle yaşlanıyorduk. İşte ben en azından kendim için bu durumu düzeltmek istedim. İşte ben, belki de bu durumdan kurtulmak...
Sana aşık olmak, hayatımın sen dışındaki tüm işleyişini durduracaktı ve senden başka hiçbir şey umurumda olmayacaktı. Benim tüm algımı değiştirecekti. Belki de bu yüzden, senelerce arayıp da bulamadığımı sandığım bir sapağa, seni de kendimle birlikte sürükledim. İkimizi buna zorladım. Belki beni sevseydin, zirveden kopup gelen ve her saniye daha da büyüyen bir çığ gibi inecektim ayaklarına. Beni neden sevmedin?
Bir keresinde bu soruyu içimde tutamayıp, ona yönelttiğimde: "Sevmek kolay iş. Yeri geliyor dışarıdaki çiçeği, böceği seviyor insan. Buna bu kadar anlam yüklememeli. Ertesi gün, seviyorum diyen bir insanın gidişine şahit olursun çünkü. Ertesi gün, belki sen dönersin sevmekten. Önemli olan tam anlamıyla aşık olmak. Yoksa insan sevse ne olur ki? Seviyorum dediği bir çiçeği koparıp vazoya tıkıştırır mesela. Seviyorum dediği bir köpeğe tasma vurur. Seviyorum dediği bir meyvenin ağacına tırmanır, dallarını incitir. En sevdiği çorbadan sıkılır, en sevdiği kıyafeti eskitir. Aslında sevmese daha iyi insan. Sevgi bir lütuftan çok, hastalıktır çürüten. Sevgi bugün değilse de yarın bulur yeyip bitirecek bir şey. Sevgi sadece sömürür ama aşkın beklentisi yoktur hiç, olmamalıdır. Bir yandan eksiltir bir yandan artırır. İki insan arasında şiddetli bir devinim, sürekli bir arınma... Yani sevgi kadar basit bir şeye değil, sevgiden daha fazlasına layıktın; daha ötesini verebilmeliydim sana. Fakat bu aşk denen şey, öyle ağır bir şey ki; kolayca alıp istediğin herhangi bir yere koyamıyorsun." Demişti. Bu sefer dudaklarının esaretinden şu cümleler kurtuldu:
"İnsanlar neden uçamıyor biliyor musun? İnsanların dünyadan sıkıldığı anlarda basitçe kafasını kaldırıp hayal kurabilecekleri bir şeye ihtiyacı var. Gelmiş geçmiş tüm insanlığın; ortak bir ilham kaynağına, ortak bir seyirciye ihtiyacı var. Bu gökyüzü, ister aydınlık ister karanlık, kafanı kaldırdığında milyonlarca insanla birlikte aynı Güneş'e, Ay'a bakabilmek için var. Uçmak için değil. Uçmak olsa yetinmeyiz çünkü. Biz bu dünyada hapsolduk anla artık. Biz bulunduğumuz yere çivilendik."
Çantamdan hırkamı çıkarıp sırtını örttüm ve sol kolumla bedenini kavrayıp sıkıca sarıldım. Tüm bunların geçmesini dileyerek başını göğsüme bastırdı. Beni susmaya zorlayan şey, bunların hiçbirinin geçmeyeceğini ve hatta, gün geçtikçe daha da beter bir hal alacağını düşünüyor olmamdı. Neyse ki şu an tek ihtiyacımız olan şeye, birbirimize, iyi kötü sahiptik. Her şeye rağmen; evrenle kıyaslandığında önemsiz görünecek bir yükseklikte, böyle yan yana dururken, tüm Dünya ayaklarımızın altına serilmiş bir kilim gibi geliyor, güçlü hissediyorduk. Belki de bu yüzden her ne kadar birbirimizi istemesek de birbirimizden vazgeçemiyor, buraya geliyorduk.
Her sabah doğan, her akşam batan Güneş'in bile bir amacı vardı. Her gün yeniden başlayıp biten bir uğraş; hep aynı şey. Ve Güneş dışında tüm evren, inanılmaz bir düzen içinde bu aynılığa hizmet ediyordu. Tüm bu dönüp dolanan evrenin ortasında, kendine Güneş'i merkez edinmiş bir insan yumağında, biz de kendi içimizde dönüp dolanıyor, bazen bir şeylerin merkezindeymiş gibi hissedip ukalalık ediyorduk. Belki de haklıydık. Hayat bizi buna sürüklüyordu. Evrendeki her zerrenin bir çekim gücü vardı ve evrendeki her insan ne kadar yalnız, isteksiz görünse de bir diğerini kendine çekiyor; bırakmak istemiyordu. Tıpkı üzerinde yaşadığımız bu gezegen gibi, kimse sahip olduklarından vazgeçemiyor, elinden geldiğince sarılıyordu. Onun da söylediği gibi biz bulunduğumuz yere çivilenmiştik. Bizi olduğumuz yere çivileyen bir şey vardı; derdimizi tasamızı kafamıza vura vura. Bizi Dünya'ya, bizi birbirinden gereksiz bu insanlara bağlayan bir kuvvet...
Üzerimize çöken ve içimize sinen karamsarlığa inat, bir gün bunu yenecektik.
Ve biz buna inanıyorduk.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hoşça-kal
Hài hướcSen bulutlara piyano çal yine, düşen damlalara isim ver, nefes alışını duyabiliyorum. Ve kafamın içi, hala bir peyzajdan farksız.