Matildanın melodisi.

256 17 8
                                    

Sigaranın zehirli aromatik kokusunu burnumdan beynime direk yollarken, gözlerimi kapayıp kafamın ve midemin içimde yüzlerce tur atmasını bekledim. nefesimi  geri üflediğimde an be an akciğerlerimdeki o lanet olası minicik kapsülleri tek tek öldürdüğümü, onları yoğun bir narkotik dumanın içinde defalarca boğduğumu biliyordum. Bu bilinç hastalıklı bir şekilde üzerime yapışmıştı ve yakamı bırakmıyordu, illet bir uykusuzluk gibiydi, gecelerce gözlerimin kan torbalarına dönüşmesini ve uykunun gelmeyişiyle çıldırmak üzere oluşumu izlemiştim. Hayattan neden bu derece tiksindiğimi bilmiyorum, halbuki anneme göre sahip olduklarım –ve olamadıklarım için- şükretmem gerekiyordu. Belki de sadece bende bir tür mental hastalık vardı, bir çeşit gen, belki de yaratılışımda ruhumu barındıran binlerce elemente yanlışlıkla şeytanın nefesi karışmıştı.  Sigarayı tıpkı bir böceğin başını ezer gibi kültablasına bastırdım ve o isli tütsünün havaya yayılışını izledim, işte, işte buydu hayatın ve evrenin bütün anlamı, bizler sadece iki saniye sonra uçuverecek bir küldük ve içimizden süzülen dumanı ruh zannediyorduk. Evrenimiz sadece kırık, kirli bir tablaydı ve az önce tanrı bizi bir böceği ezer gibi söndürmüştü.

Böyle düşününce gülümsedim, ne zaman kendimi bu uçuk ve ucube düşüncelerin arasında kaybolmuş bir şekilde bulsam, umursamaz bir sırıtış dudaklarıma hemen yapışırdı. Gerçi dudaklarıma sadece bu  değil, nikotinin metalik tozu, biraz bira kokusu ve binlerce adamın lekesi de yapışmıştı. Bu yüzden kendimi bazen -çoğunlukla-  kirli hissederdim. kirli, aynaya ne zaman baksam bu kirin gözlerimden ve burun deliklerimden durmaksızın aktığını hissederdim, kirliydim, çok kirli. on – on beş yıl önceki küçük saf mutlu kızın büyüdüğünde böyle bir hayal kırıklığına dönüşmesi. bu yüzden bütün anti-evrim kuramlarını çürütür nitelikteyim.

İşte şimde karşımda başka bir yabancıyla oturuyordum, kendimi neden her seferinde aynı cehennemin içine atıyordum ki? internet denilen o sanal kaosun içinde rasgele denk geldiğim adamlarla buluşup ruhumun yaralarına yabancı bedenler bastırarak kurtulmaya çabalıyordum sanırım. neyden kurtulmaya çalışıyordum? neydi beni bu denli ürküten, neydi beni aynı mahşerin göbeğinde nefessiz debelenmeme neden olan? o an gözümün önünde kocaman neonlu harflerle yanıp sönen “yalnızlık” kelimesi geçiyordu, adeta kirli bir kadıköy barının dumana boğulmuş tabelası gibi.  yalnızlık. insanı ıssız karanlık bir ormandaki vahşi devasa bir canavar gibi korkutan ve varlığında yoğun bir melankoli barındıran kronik yapışkan bir hastalığın ta kendisi. ve benim şu anda kırmızı loş ışığa batırılmış bir barda adından başka bir şeyini bilmediğim bir adamla oturuyor olmamın en büyük suçlusu.  böyle durumlarda kendimi bir faişe gibi hissetmem ve kendimi durmaksızın suçlamam gerekiyordu biliyorum, ama ben daha çok bir karadul gibi hissediyordum. Karşısına çıkan her erkeği sadece çıkarı için sömüren ve seviştikten sonra erkeğini keskin dişleri ve ok gibi pençeleriyle lime lime yiyen bir örümceğin ta kendisini barındırıyordum içimde. Bu yüzden karşımdaki kurbanıma acı dolu gözlerle baktım, bakışları benimkilerle buluştuğunda ürpermem gerekirmiş gibi hissettim ama içimde sadece kocaman bir boşluk vardı. yoğun bir hissizlik furyası içinde masadan kalkalım sinyali verdim. bu sıkıcı ve hayatı boyunca beyni yerine kaslarını çalıştırmış olan cahil bir iriyarı adamla takılmayı göze aldığıma şaşırmıştım, aslında belki de bütün gün ukalalık yapan geveze entellektüellerden ve onların yatak sanatındaki başarısızlıklarından sıkılmıştım. bu yüzden belki de, bu güç gösterisinin ışıkları altında gözleri kör olmuş biriyle olmayı denemek istedim. 

Kim bilir, belki de gerçekten mutluluk sadece aptallar içindir.

Bardan çıktık, önden gidip kapıyı benim için açması bu benim için oldukça şaşırtıcıydı çünkü kasıla kasıla kasa yürüdüğünden bir kütük gibi duruyordu. Geceyi sadece bir bira ve üç tane vişne dalıyla kapatmıştım, anlaşılan iyi günümde değildim. Biraz yürüdük. Ben sessizdim o ise sürekli konuşuyordu. Bu çok sinir bozucuydu, konuştuğu şeyler acınasıydı, yeni dizilerden, futboldan, okulundan bahsedip duruyordu. halbuki şu sahilde ferit edgü, enis batur konuşup heiddegger ve nietzsche hakkında tartışıp iki çay içmek vardı başka biriyle. başka birisi. hayatımdaki herkesin “başka biri” olması çok iç acıtıcı. kafamda kurduğum hayallerin her bir parçası hep başka birisine ait.  açıkcası ben kendi başka biri’mi bulmak isterdim çok. ikimizin beraber tüm dünyaya “bambaşka” olduğu bir yabancılaşma içinde yürüttüğümüz garip bir arkadaşlık silsilesi içinde yürümek isterdim bu dünyayı. sevişmek değil de sevilmek isterdim. çok sevilmek.  çünkü insan hep sevip çok sevip hak ettiği hiçbir karşılığı almayınca yıkılıyor en çok. bu yüzden en büyük hayali çok sevilmek oluyor, ne de olsa insan hep ulaşamadığı şeylerin hayali kurar. 

Yanımdaki bu adamı dinlemek yerine bunları düşünmek daha iyi gelmişti ve giderek daha çok tiksiniyordum ondan, giderek daha anlamsız oluyordu benim için onun varlığı. bütün benliğimle onun varlığını reddetmek istedim, kendi varlığımı bile reddetmek istedim çünkü hiç var olmamış olduğunu kabul etmek en kolayıydı bütün saçmalığın. ama yapamadım, küçücük ellerimi bir kapan gibi sıktığı koca ellerinin soğukluğu bir iğne gibi batıyordu zihnime ve bu yüzden bütün reddedişimi yuttum. tuttuğum ellerin hep soğuk olması ne büyük bir çiledir benim için, benim ellerim kronik soğuktur, yazın bile vücuduma göre en soğuk yer ellerim ve bu yüzden tuttuğum elin sıcak olması gerek kendimi iyi hissetmem için.  ama olmuyordu işte. yıllar önce çok sevdiğim bir siluetin elleriydi en sıcak olan, tutmayı en sevdiğim. ama o da silinip gitmişti zamanın sonsuzluğunda ve sadece kalbimde ufacık bir izi kaldı maço asının siyahlığı gibi.

Elimi çekmek istedim ama yapamadım, çok sıkıyordu ve canım yanmaya başlamıştı, daracık bir kafese kapatılmış serçe gibi çırpındı avuç içlerim, gene anlamadı, konuşmaya devam ediyordu, sussun istedim, sussun artık, onu susturmak için onu oracıkta öldürebilirdim.  en sonunda sert bi şekilde çıkıştım, elin, dedim, elimi çok sıkıyor. olsun, dedi. ne olacak. ama canım acımaya başladı dedim.  şöyle bir baktı, gözlerinde kendi gözlerimdeki tiksintinin yansımasını gördüm. birbirinden tiksinen iki insanın birleşmesi ne ironiktir. ellerimi bıraktı. derin bir nefes aldım. gözlerimi kapadım, ayaklarım kaçmak istiyordu, o an koşarak sağa doğru bütün hızımla koşmak ve oradaki taksiye atlayıp adresi soran amcaya en yakın uçurumdan aşağı, diye cevap vermek istedim. ayaklarım, bütün kaslarım bunu istiyordu ve en sonunda bilincimi etkisiz bıraktım. tıpkı tüfek sesini duyar duymaz fırlayan yarış atları gibi, ben de koşmaya başladım. bütün gücümle koşuyordum, bacaklarım, bütün kaslarım adrenalinle dolmuş bütün güçlerini kullanıyorlardı, arkama bakmaya korkuyordum çünkü en ufak bir yavaşlama sonum olabilirdi, her şey yavaş çekimde ilerliyordu adeta, bütün o insanlar, yukarda uçan martılar, dünkü yağmurdan kalma hafif nemli çimento kaldırımlar ve bir kutsal bir kurtarıcı gibi parlayan o taksi.  ellerimi tam sarı kapıya uzattım, o küçük titrek ellerim o kolun ıslak plastiğine tam değmişti ki sırtımda büyük bir çekilme ve belimde kocaman bir baskı hissettim, ezici, ağır ve hızlı, öldürücü derecede neredeyse ve tıpkı bir boğanın azdığında çıkardığı o hırıltılı nefes sesi, iğrençti, iğrenç ve baskı giderek artıyordu, ani  geri çekilmenin etkisiyle midemde bir yumruk yemiş gibi hissettim, yere düştüm. 
Herkes bilir ki eğer can havliyle kaçmaya çalışan bir kalabalığın içinde yere düşerseniz ölürsünüz. Eğer bir savaş meydanında dövüşürken yere düşerseniz ölürsünüz. Bir uçurumdan aşağı düşerseniz ölürsünüz. Yavru bir serçeyseniz ve yuvanızdan düşerseniz, ölürsünüz.

Ben de düşmüştüm, ama ölmüş  müydüm  emin değilim.

Hoşça-kalHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin