"Big city lightsin"

159 8 2
                                    

“Bin arabaya” dedi sertçe, suratındaki öfkeli çizgiler kasıldıkça daha da ürkütücü, daha da ürpertici oluyor, üşüyordum. sessizce dediğini yaptım. parlak siyah metal yığının içine girdim. nereye gideceğimizi bilmiyordum. neden gittiğimizi bilmiyordum. uzun bi susuştan sonra aniden gelen kısa sert bi emirle -bin arabaya- tereddüt etmeden binivermiştim.  çünkü onun sesini duyduğumda karşı gelemezdim, sahibinin sesine şartlanmış yavru bi köpek gibi, hep sadık, hep saf, hep çok seven taraf bendim.

Arabaya bindi ve kapıyı hızla çarpıp bi sigara çıkardı cebinden.  sigarasını ince dudaklarına koyup yakarken,  “nereye gidiyoruz ki.” diye sordum. en az hava kadar soğuk çıkmıştı sesim. buğulu camdan gözlerimi ayırmadan cevabını bekledim. sessiz kaldı. içine bi nefeslik sigara çekti. kemikli elleri direksiyonu kavrarken,  yola dikilmiş gözlerinden yoğun düşüncelerin aktığını hissedebiliyordum.   derin bir nefes aldı, her nefes alışında deri ceketinin altındaki yapılı göğsü inip kalkıyordu. bazen hırıltılı. bazen kızgınlık dolu.  bazen nefret. tüm bunların içinde, genelde orada atan öfkeli kalbi, hissedebiliyordum.  gülümsedim. insan birine çok bağlandığında böyle mi oluyordu? onun kalbini taa öteden hissedebiliyor muydu? onun öfkesini, mutluluğunu ya da üzüntüsünü hissedebiliyor muydu sanki kendi yaşamış gibi. bu muydu.

Arabayı hızla ana caddeye doğru sürmeye başladı, daha ara sokakta bile böyle hızlıysa, kimbilir nasıl üzüldü, bana nasıl kızdı diye düşündüm. onu terketmeye çalışıp elime gözüme bulaştırmıştım anlaşılan. ben yapamazdım ki. birini terk edemezdim. terk edilen, hep geride kalan, yalnız olan hep ben olurdum. iyi kalpli olmak belki de. ya da çok saf olmak.  ona dikkatli olmasını, yavaşlamasını, polislerin peşimize takılabileceğini ve hapse girmek ya da ölmek istemediğimi söyleyemek istedim ama yapamadım. sessizce onunla bu metalden ölüm tabutunun içinde hızla gitmeyi kabul ettim. belki ben de hızın, o karıncalı adrenalinin kafamı dağıtmasını seviyordum. belki ben de en ufak bi dikkatsizliğin ölüme yol açacağı bu kumarda kaybetmek istiyordum. belki de, onunla, onun yanında, onun yüzünden ölmek, belki, bana cazip geliyordu.

Gülümsedim.

Yüzüme baksaydı gülümsediğimi görüp bana bağırıp çağırabilirdi. küfrederdi kesin. “neden gülümsüyosun lan piç” diye bağırırdı.. ama bilemezdi, bilmezdi ki ben onunla ölme fikri yüzünden gülümsüyorum. o asla anlayamazdı ki onu ne kadar sevdiğimi. onun kalbi taştandı, siyah kaskatı koyu bi taş, azıcık da olsa bana yer açmıştı hayatında ama anlayamazdı. o beni asla benim onu sevdiğim kadar sevmezdi. o öfkesiyle bağlanan adamlardandı. ben öyle düşünüyordum. otobana vardığımızda hız göstergesinin ibresi 100’ü geçmişti. 120.

Sanki bi yolda değilde renkli bi solucan deliğinde ışık hızıyla gidiyor gibiydik.  izafiyet teorisine göre hızlandıkça zaman yavaşlardı ya, belki de aynen öyle hissediyordum. onun uzun dalgalı saçlarının oldukça yavaşça havalanışı, yüz kaslarındaki o giderek sakinleşen öfkeli kasılmaları, adrenalinin iç gıdıklayıcı titreyişleri, her şey, çok yavaştı. oldukça hızlı giderken hem de.

——-

“Fazla hızlı gidiyoruz” dedim aniden, anlaşılan cesaretimi toplayabilmiştim. “kapa çeneni” diye cevapladı. sesi sert. sesi soğuk. buz gibi. bi ürperti geçti içimden. “bak.” dedim derin nefes alarak. “nasıl hissedersen hisset, benim için artık bitti. anlıyor musun? bitti! senin saçmalıklarına daha fazla katlanamayacağım, çok üzgünüm, çok çok üzgünüm, gerçekten… “

“sus” diye fısıldadı sinirle, taş gibi olmuş ifadesiz suratından ve ışık hızında giden bi otomobili ustalıkla kontrol eden bedeninden en ufak bi öfke belirmese de, ben içindeki nefreti hissedebiliyordum. “beni delirtmeye çalışıyosun değil mi.  delirt beni iyice delirt. sonra ağzını gözünü parçalıyım, öldüreyim seni, sonra hapise gireyim, intihar edeyim en sonunda seni cehennemde iyice sikerim evet.” bunu öyle hızlı  söylemişti ki şaşırmıştım.

Hoşça-kalHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin