Geçmişe dair

6.7K 264 31
                                    


9 Haziran 2011 -Bozkurt'tan...

"Kürşad başlatma insanına da masumuna da!" dedim, bir yandan direksiyon çevirirken bir yandan da bu yarımakıllıya telefonda bir şeyler anlatmaya çalışıyordum.
"Bozkurt, mantıklı kararlar ver!" dediğinde dişlerimi sıktım. Hala anlamamakta direniyordu. Bu da demek oluyor ki görüşlerini dikkate almayacaktım.
"Saat tam 12:00'da Saruhan Hastanesi'ne bir canlı bomba gönderiyorsun. Bulacağın kişi eli yüzü düzgün ve mümkünse yabancı uyruklu bir kadın olsun." deyip kapattım telefonu. Kürşad' a laf anlatmak kesinlikle deveye hendek atlatmaktan daha zordu.

Hava diğer günlere oranla daha bir sıcaktı. Yeliz'in mezarına bıraktığım gül bile artık vicdanımı susturmuyordu. Katildim, sevdiği kadını acı çektire çektire öldürebilen bir katildim. Elim bile titrememişti ama şimdi her gece aynı kabusla kan ter içinde uyanıyordum. Belki kumsal tarafına gitsem iyi gelirdi. Biraz da olsa ferahlamak için arabayı yol kenarına park ettim. Aklımı bir sürü düşünce istila etmişti. Önce Yeliz'in çığlıkları, kanlar içindeki bedeni ve ağlamaktan kızarmış gözleri... Savsak adımlarla arabadan indim. Sanırım başıma güneş geçmişti. Kravatımı çözüp cebime attım. Gömleğimin bir kaç düğmesini açıp yakasını gevşetmeye çalıştım. Her nefes alışımda biraz daha daralıyordum sanki.

Ve bir çığlık daha
'Bozkurt!!'

kaşlarımı çatıp yürümeye devam ettim. Kafamda hiçbir zaman susmayan o ses yine konuşmaya başlamıştı.

'Katilsin sen!' saçlarımı karıştırdım sinirle.

'Katil!' Ve tekrar kahkahalar..

"Değilim!!" diye bağırdım var gücümle. Yanımdan geçen çocuk annesinin arkasına saklandı ve kadın da adımlarını sıklaştırdı. Lanet olsun, ilaçlarımı içmeliydim.

'Katil! Katil! Katil!' kulaklarımı kapattım sımsıkı.

"Sus, sus, sus!!" insanlar bana tuhaf tuhaf bakmaya başlamışlardı. Ellerimi kulaklarımdan çektim ve koşmaya başladım. Deliriyordum artık. Deniz kenarı oldukça kalabalıktı. Bu ses varken kafamdaki canavarı duymazdım öyle değil mi? Şezlonglardan birine oturdum ve soluklanmaya çalıştım. Kafamı geriye yaslayıp gözlerimi kapattım. Etraftaki curcuna kafamdaki yabancının sesini az da olsa bastırıyordu. Ardından bir ses duydum.

"Yaa baba, su atmasana!" gözlerimi hızla açıp olduğum yerden doğruldum. Bütün o anlamsız bağırışmalardan farklı bir kız sesi. İnce ve pürüssüz bu ses, kesinlikle o kıza aitti. Kafamı sesin geldiği yöne çevirdim. Nemli siyah saçları omuzlarından aşağı dökülen, zifiri karanlık gözlerinin  içi gülen bu kız, oydu işte. Kaç gündür aklımdan çıkmayan kız tam da karşımdaydı. Yanında bir adam vardı, sanırım babasıydı. Kızı buldu ardından gözlerim. Ne özelliği vardı ki uykularımı kaçıracak kadar?

Baştan ayağa süzdüm onu. Saçları dağılmıştı. Üzerindeki beyaz yazlık elbise ise rüzgardan dolayı uçuşuyordu. Ayakları çıplaktı. Babasıyla gülüşmeye devam ediyordu hala. Ne vardı da gülüyordu sanki? Gülüşüyle insanların dikkatini çektiğinin farkında mıydı acaba? Beni neden bu denli etkiliyordu peki? Güzel bir kızdı ama küçüktü işte. Benim için fazla küçüktü. Bir çok güzel kadına bile burun kıvıran ben nasıl olur da bu kıza tutulmuştum. Kesinlikle kıyamet yaklaşıyordu.

O kız babasının koluna girerek görüş alanımdan çıktıktan sonra derin bir nefes aldım. Kafamı fazla meşgul ediyordu. Olur olmadık yerde aklıma geldiği yetmizmiş gibi bir de karşıma çıkıyordu. Ne hakla? Ama bunun olmasına izin vermeyecektim, vermemeliydim. Küçük bir kıza takılıp kalacak daha da önemlisi aşık olacak biri değildim ben. Annemin tabutuna kalbimi de bırakmıştım çünkü. Kalbi bile olmayan bir insan aşık olabilir mi? Saçmalık!

Bana yabancı duygulardı bunlar. Sevmek, sevilmek... Saçlarıma dokunan ilk kadın annemdi ve öyle de kalmalıydı. Birden o gün beliriverdi zihnimde yine... Yağmurlu bir gün. Şimşek çakıyordu, bulutlar ağlıyordu öksüzlüğüme... İmam bir kaç kez annemin ismini geçirdi arapça kelimeler arasında. Sonra ellerimizi açtık, rahmet yakalamak ister gibi. Ölmüşlerimizin ruhuna dedi bu sefer... Ölmüşlerimiz... Bu kelime düşündürdü beni. Benim bir tek annem vardı oysa. Beni gerçekten seven tek kişi... Şimdi nerdeydi peki? Yağmur damlalarına bulanmış avuçlar yüzleri sıvazladı. Ben ise olayları üçüncü bir şahıs gibi donuk gözlerle izliyordum. Sahi ne oluyordu burda? Ne diye toplanmıştı bunca insan? Tanımadığım, komşumuz olduğunu anımsadığım adam kürekle bir boşluğun içine toprak atınca farkına vardım her şeyin... Annem ölmüştü... Hızla doğruldum gizlendiğim çınar ağacının arkasından. Annemi gömmelerine yardımcı olan o kürek el değiştirdi bu sefer. Koştum yanlarına.
"Bırakın!" diye bağırdım var gücümle. Niye yapıyorlardı bu kötülüğü bana? Niye alıyorlardı elimden annemi?

Herkes hüzünlü gözlerle bakıyorlardı bana. Acır gibi, şimdi ne yapacaksın der gibi... Boşluğun içine atladım annemin hemen yanına. Ellerimle silmeye çalıştım toprakları ama gitmediler. Bir kaç adam güçbela çıkardılar beni.
"Bırakın!" dedim tekrar. "Ben annemi istiyorum!"

Düşüncelerden silkinmek için kafamı sağa sola salladım. Bu sahne bir şarkı sözü gibi dolanmıştı dilime. Ne zaman boş kalsa zihnim hep onu tekrarlıyordu. Arkama tam geri yaslanmıştım ki şu kızı gördüm yeniden. Başımda dikilmiş duruyordu. Hayaldi sanırım bu. Gözlerimi bir kaç kez kırpıştırdım. Aniden kızın yanında beliriveren güneş gözlerimi kısmama sebep oldu. Elimi yüzüme siper ederken dünyayı güneş mi yoksa bu kız mı aydınlatıyor ayırt edemedim. Gülümsedi, anneme ne kadar benziyordu. Gözleri, saçları, gülüşü ve raks ederek burnuma gelen nergis kokusuyla... Bir adım daha ileri gelerek güneşi arkasına gizledi. Büyülenmiş gözlerle onu seyrediyorken dudaklarını araladı.
"Rahatsız ediyorum ama..." diye mırıldandıktan sonrasını duymadım hiç. Çünkü o sırada saçlarından damlayan sular boynuna süzülmüştü. Dikkatimi tekrar konuya vermeye çalıştım.
"Sıcaklamış gibisiniz, size limonata ikram edeyim mi?" kaşlarımı çattım. Neden bahsediyordu bu kız? Elindeki limonatayla dolu sürahi bir kaç kez sallayınca anladım. Sanırım okul harçlığını çıkarmak için limonata satıyordu. Uzattığı plastik bardaktaki limonatayı bir dikişte içtim. Arka cebimden cüzdanımı alıp bir iki yüz lira çıkarttım ve ona uzattım. Anında kaşları çatıldı. Neye sinirlemişti şimdi? Kelimeleri zorla bir araya getirebildim zihnimde.
"Bir bardak limonata için sana iki yüz lira veriyorum ve beğenmiyorsun öyle mi?" niyetim kaba bir üslup kullanmak değildi, sadece saçma şeyler söylememek için böyle bir cümle atıvermiştim ortaya.
"Ben para için yapmamıştım" diye mırıldandı sadece ve hızla uzaklaştı. Hareketine bir anlam verememiştim. Para için değilse sebebi ne olabilirdi ki? Beni tanımıyordu bile. Karşılıksız iyiliklere alışkın değildim. Rast gelmemiştim hiç. Belki de yoktu. Tıpkı aşk gibi... Eğer başıma gelmediyse yoktu hatta hiç var olmamıştı. Bu denli çıkarcı bir dünyada da karşılıksız bir şey yoktu...

Geçmişten bir anı kurguladım gençler...
Bu arada 22 bin olmuşuz, cansınız...

SaplantıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin