Oturduğum sandalyede, başım öne eğik, gözlerim kapalı uyumaya çalışıyordum. Günün hangi saati olduğunu bilmiyordum, uyku gelince uyuyordum, hatta gelmeyince de uyuyordum. Yapacak bir şeyim yoktu. Günlerdir bir sandalyeye bağlıydım. Beynim, son derece boştu. Düşünmek istemiyordum. Hiçbir şeyi düşünmek istemiyordum, abimi bile. Hatta kurtarılmayı bile. Mark'ı bile.
Mark'la en son iki gün önce konuşmuştum. Benim yüzümden dövüldüğü gerçeği canımı yakıyordu. Ona yanıma gelmemesini söylemiştim, ve beni öpmüştü. Dudakları hala dudaklarımın üzerindeydi sanki, dokunsam hissedecekmişim gibiydi. Ona karşı beslediğim duygular çok farklıydı, ilk defa birini sevdiğimi tamamen hissediyordum. Fakat gitmesi daha iyiydi. İkimiz için de. Sonuçta, nereye kadar gidebilirdik ki? O beni rehin alan adamın oğluydu, boynuma bıçak dayamış, yüzümü yaralamıştı. Ben rehineydim. Buradan sağ salim kurtulsak bile abim onunla konuşmama karşı çıkardı. Babası ona zarar verirdi. Hiçbir türlü bir sonuca varamazdık.
Düşünmek istemiyordum, sakince uyumak istiyordum yalnızca. Fakat ne zaman beynimi boşaltsam, tekrar düşünce yığınlarıyla doluyordu. Beynim bile ruhumu rahat bırakmıyorken bunu dünyadan beklemek saçma değil miydi?
Sonraki dakikalarda sonunda uykuya dalabildim. Fakat bir süre sonra yukarıdan gelen gürültülü bir sesle yerimde sıçradım. Ne kadar sürmüştü bilemiyordum. Beş dakika? Yirmi dakika? Belki de saatler geçmişti. Beni uyandıran ses son derece gürültülüydü, tıpkı bir silah sesi gibi. Ve burada çıkacak tek ses silah sesi olabilirdi.
Dakikalar sonra kapı güçlü bir tekmeyle açıldı, irkildim. İçeriye üç kişi girdi. İçlerinden birisi Mark'tı. Fakat Mark, o an umrumda olmadı. Üçü de taşıdıkları kanlar içindeki bedenle girdiler içeri.
Korkuyla nefesimi tutarken bedeni sürükleyerek yanımdaki duvarın dibine bıraktılar. Ceset başından vurulmuştu, yüzü kandan dolayı belli olmuyordu. Kolları ve bacakları farklı açılarda öylece uzanırken onu taşıyan üç kişi kapıya doğru ilerlemeye başladı.
"Tuvalete gitmem gerek," diye seslendim arkalarından, sesim üzerine üçü de durdu ve bana döndü. İçlerinden en büyükleri gibi duran ofladı.
"Sidik torbanı kesip atarsam bir daha gidebilir misin acaba?" dedi sert bir sesle bana bakarak. Birden belinden bir bıçak çıkardığında korkuyla ona baktım. Bana doğru ilerlemeye başladığında kolunu birisi yakaladı.
"Siz gidin, ben hallederim."
Sesin sahibi Mark'tı. Diğer ikisi cevap bile vermeden arkalarını dönüp ilerlerledi ve kapıdan çıktılar. Ardından siyahlara bürünmüş beden bana doğru ilerlemeye başladı. Gözleri bana bakmıyor, dudakları hareket etmiyordu. İlk günlerindeki haline bürünmüştü. Duygularını saklamakta kullandığı kalın perdeyi örtmüştü yüzüne, hareketlerine umursamazlığı giydirmişti. Bu beni üzse de olması gereken buydu.
Önüme geçti ve eğilerek belinden çıkardığı bıçakla ayak bileklerimdeki ipleri hızlıca kesti. Ardından arkama geçerek ellerimdeki ipi söktü. Bileklerimi ovuştururken omzumun biraz daha iyi olduğunu hissediyordum. Ayağa kalktım ve arkamdaki Mark'a dönmeden, onun koyu renkli gözlerine bakmadan kapıya ilerledim. Peşimden ilerlediğini hissedebiliyordum.
Merdivenleri bedenim el verdiği kadar hızla çıkarken korkuluklara sıkıca tutunuyordum. Bacaklarımın alışması biraz uzun sürüyordu ve ben buna rağmen hızlı hareket etmeye çalışıyordum. Ayrıca basamaklar dikti, başım dönüyordu.
Merdivenler bittiğinde sağa döndüm ve lavaboya doğru ilerledim, ihtiyacım pek olmasa da sanırım en uzak yer orasıydı. Ayrıca hareket etmek beni kendime getiriyordu. İçeriye girdim, işlerimi hallettim, ardından ellerimi ve yüzümü güzelce yıkadım. İslenmiş yüzüm geri beyaz tenine kavuşurken kırık aynadan kendime bakıyordum.
Solgundum, yorgundum, yüzümden okunan şeyler pozitif değildi. Dehşet vardı, hayal kırıklığı vardı, incinmişlik vardı.
Ne bekliyordum ki? Bir ay boyunca soğuk bir deponun rahatsız sandalyesinde yaralar içinde tıkılı kalmıştım. Dövülmüş, hakaret ve tehtid yemiş, omzumdan vurulmuştum. Korkuma aşık olmuş, fakat onunla olamamıştım. Beni kurtarmaya gelen olmadığını fark etmiş, ona tutunmuştum. Fakat artık o da yoktu. Yaşama amacım kalmamıştı. Tüm bunlardan sonra güçlü kalabilmeyi mi diliyordum?
Dizlerim üzerine çökerken ellerimi yere bıraktım, sırtımı duvara verdim ve ağlamaya başladım. Hıçkırıklarım derin, göz yaşlarım içtendi. Dünya böyle bir ağlayışa tanık olmamıştı. Bu pes edişti. Bu korkuydu. Bu, saf üzüntüydü.
Yirmi saniye sonra kapı açıldı. Başım öne eğik, gözlerim yaş doluydu. Önümde bir çift siyah bot belirdi, ardından sol kolumu güçlü bir el tutarak ayağa kaldırdı. Başımı kaldırırken Mark bana bakmıyor, yalnızca bedenimi sürüklüyordu. O anı görünce daha çok ağlamaya başladım. Merdivenlerden inerken tökezledim. Sol kolumu tutan el o kadar güçlüydü ki neredeyse havaya kaldıracaktı. İnerken göz yaşlarım bir saniye bile dinmedi. Depoya gelip sandalyeye oturduğumda da, ve Mark beni oraya bağlarken de öyle.
Başımı öne eğdim ellerim bağlanırken, ağlamam sessiz ama kuvvetliydi. Sanki duyulmasını istemiyordu ruhum. Tutuyordu kendini. O uçurumdaki çıkıntıda kollarını kendine sarmış bekliyordu. Ölümü bekliyordu. Şeytanı bekliyordu.
Tekrar o sandalyeye bağlandığımda içimdeki tek his yabancılıktı. Mark artık bir yabancıydı bana. Ben de ona.
![](https://img.wattpad.com/cover/90573346-288-k325865.jpg)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
HELLO HOSTAGE
Fiksi Penggemar❝ merhaba rehine. ❞ © dububaoziㅣmark lee [nct] angst × kısa hikaye start: 19.11.16 end: 03.12.16 ▪bu kitap kapağı Balaccie'nin büyü dükkanından satın alınmıştır.