Gözlerimi kol saatime diktim. Zaman, kum saatinin içindeki tanecikler gibi hızlı bir şekilde ilerliyordu. Oysa ben durmasını istiyordum. Bana işkence gibi gelen bu konuşmaya daha fazla devam etmek istemiyordum.
"Kurdeleleri topladığına göre nasıl geri döneceğimiz hakkında bir fikrin vardır." Gözlerimi kol saatimden ayırmış, elimin üzerindeki damarlar üzerinde gezdiriyordum.
"Yaptığın çocukluğa son vereceğine dair söz verirsen," dedi kaşlarını çatarak.
Ona en acımasız bakışlarımdan birini atmaya çalıştım, ama o da benim az önce yaptığım gibi gözlerini bir noktaya sabitlemiş, sanki gerçekten orayla ilgileniyormuş gibi yapıyordu.
"İlk ve son olsun," diye meydan okudum.
Yüzüne kontrollü bir tebessüm yayıldı. Bu daha çok dört nala koşan bir atı dizginlemeye çalışan birinin kontrolüne benziyordu. Oturduğum yerden kalktım ve vücudumun tamamıyla Cihangir'e döndüm. Kolunu öne uzatarak önden gitmemi işaret etti. Az önce çıktığım yokuşu şimdi iniyordum. Ama bundan sonrasında yola ne taraftan devam edeceğim konusunda hiçbir fikrim yoktu. Yine de düzlüğe gelene kadar bir şey söylemedim.
"Evet?"
"Kurdeleleri ağaçların dibine koydum." Yüzünde alaycı bir ifade vardı. Tırnaklarımı boynuna bastırmak ve oradaki adem elmasını söküp, ona yedirmek isteği içimden geçmedi değil. Gözlerimi yüzüne çevirdiğimde, yüzümde nasıl bir ifade vardı bilmiyordum ama yüzünde süregelen tebessümün daha derin bir şekilde yüzüne sebep olmuştu, gözlerinde yumuşak bir ifade vardı ama bakışları üzerimde yoğunlaştıkça karşısında ufaldığımı hissediyordum.
"Pekâlâ," dedim sakin olmasam da sakin gibi görünmeye çalışarak.
Gözümün ucuyla ilerideki ağacın dibine baktım ve tekrar Cihangir'e döndüm. "Hep böyle misin?" dedim.
"Nasılım?" dedi kaşlarını kaldırarak.
"İstediğin şeyi oldurana kadar çırpınan," dedim gözlerimi gözlerine dikerek.
"Sanırım, evet." Elini ense kökünde bulunan küçük saçlara götürmüştü. Bir süre parmağı orada oyalandıktan sonra elini tekrar aşağı indirdi.
Hiçbir şey söylemeden onu izliyordum. Ardından kafamı iki yana salladım ve kurdeleleri takip ederek kamp kurduğumuz yere geri dönmeye başladım.
Rüzgâr, güneş gökyüzünde egemenliği tekrar eline aldığında etkisini kaybetmişti. Sıcak hava sanki bana hırkamı çıkarmamı emrediyor gibiydi. Çantamı açıp üzerimden çıkardığım hırkamı içine yerleştirdiğimde, arkamdan yürüyen Cihangir artık önüme geçmiş, sakin ama tempolu adımlarla ilerliyordu. O da benim gibi arada gözleriyle ağaçların diplerini kontrol ediyor ardından tekrar gözlerini yola çeviriyordu.
"Uğur, bana birkaç şeyden bahsetti," dedim. Çok sesli konuşmamıştım, yine de sesim bu boş ormanda yankılanmıştı.
Yürümeye devam ediyordu. Ama tempolu adımları yerini yavaşlayan adımlara bırakmıştı. Aklınca yürüyerek umursamıyormuş etkisi yaratmaya çalışıyordu.
"Aranızda bir kız meselesi olduğunu söyledi." Duraksadım. "Geçip gitmiş bir şeye benziyor, kız ortalarda olmadığına göre," diye devam ettim sözlerime.
"Çünkü öldü," dedi boğuk bir ses tonuyla. Sinirlenmekle sinirlenmemek arasında gidip geliyor gibiydi. Elini yumruk yapmış, tırnaklarını avuç içlerine batırıyordu.Avucunu açtığında tırnaklarını batırdığı yerlerde izler çıkmıştı, yatışmış gibi görünmüyordu. Aksine içindeki kaynayan öfke damarlarının belirginleşmesine ve kendini sıkmasına neden oluyordu.
"Nasıl?" dedim kendimi tutamayarak. Kelimeler ağzımdan öylece dökülüvermişti. Sorduğuma pişman olmuştum ama bu dakikadan sonra geri almamın mümkünatı yoktu. Öfkeyle kafasını bana çevirdi, gözlerindeki beyaz kısım renk değiştirmiş, artık kırmızı görünüyordu.
"Sana ne!" diyerek bir öfke patlaması yaşadı. Sesi... Hiç duymadığım kadar gür ve net çıkmıştı. Onu hiç böyle görmemiştim.
O, hızlı adımlarla yoluna devam ederken ben olduğum yerde kalakalmıştım. Sanki beni buraya bir zincirle sabitlemişler gibi hareket edemiyordum. Olayın etkisinden kurtulduğumda söylediğim ilk şey, "Dur, bekle!" diye ardından bağırmak olmuştu. Arkasından gidişini izlediğim bedenin şimdi depar atarak peşinden koşuyordum. O kadar hızlı koşuyordum ki bir an nefessiz kalmış, tüm havayı ciğerlerime doldurmaya çalıştığımdaysa, hava, jilet gibi keskin bir şekilde ciğerlerimi kesmişti. Soluklanmak için biraz duraksadım ama gittiği yolu kaybetmemek için tekrar peşinden koşmaya başladım.
Artık çok geçti. Cihangir çoktan görüş alanımdan çıkmış, kaybolmuştu. Elimi bir ağacın gövdesine yerleştirdim, sarsılan dengemi toparlamak için kendime bir müddet süre verdim. Kamp alanına geri dönüp onu beklemekten başka bir fikir aklıma gelmemişti. Belki de en doğrusu buydu. Güneş, çıplak tenimi yakarken ağaçların gölgesine sığınıp kendimi korumaya çalışıyordum. İçgüdüsel olarak ellerimi kollarıma sürtmeye başladım. İçimde karmaşık duygular baş göstermiş, ruhuma karşı savaş ilan etmişlerdi. Bir yandan konuşmayıp benimle dertleşmeyi reddettiği için ona kızıyor olsam da, aynı zamanda onu yakıp yıkan bir konuda üstüne gittiğim için kendimi de azarlıyordum. Şu an araf tam olarak benim için bir nöbet bölgesiydi. Düşüncelerin, zihnimdeki çalkantısından kendimi sıyırarak gözlerimi ağaçların diplerine yönelttim ama Cihangir'in yerleştirdiği kurdeleleri bulamadım. Ardıma dönüp, önünden geçtiğim ağaçlara da baktığımda aynı şekilde onlarda da yoktu.
Telaş yavaş yavaş kendini göstermeye başlarken, umursamamaya ve sakinliğimi korumaya çalışıyordum. Derin derin soluklanıyor, kendime her şeyin iyi olacağını söylüyordum. Koştuğum yolda geri ilerliyordum ama buraya ilk yürürken her biri birbirinden farklı görünen ağaçlar şimdi gözüme tıpatıp aynı geliyordu.
"Cihangir!" diye bağırdım. Bunu yaparken sesim titremiş ve bana geri dönerken etrafta kimsenin olmadığının haberini vermişti.
Çaresizce etrafıma bakındım. İleride, çıktığım yol ayrımına benzeyen yere gözlerim takıldı. İlk çıktığım yer olmasını umarak hızla oraya koştum, ama yerde ne bir kurdele ne de ayak izi vardı. Ayağıma takılan ottan kurtulmaya çalışırken aynı zamanda da buradan inersem belki düzlüğe ulaşırım diye düşünüyordum. Konsantremi toparlamak için ağaca yaslandım ve yere oturdum. Korku, içeriden mideme darbeler indiriyor ve adeta vücudumu sarsıyordu.
Önüme gelen saçlarımı kulağımın arkasına yerleştirdim ve yürümenin zihinsel acıyı geçireceğini düşünerek ve geldiğim düzlüğe çıkmayı umut ederek ağacın hemen yanından aşağıya indim. Bu yol ayrımının, ilk gördüğüme benzemediğini bilsem de zihnimin korkudan dolayı bana görsel oyunlar oynadığını düşünmeye başlamıştım. Ya da kendimi böyle kandırmayı tercih etmiştim.Yolun sonuna kadar yürüdüm, akrep yelkovanı kovaladı. Bir bebek dünyaya gözlerini açarken belki bir başkası bu dünyaya gözlerini kapadı. Çaresizce yolun sonundaki ağacın dibine oturdum ve bacaklarımı gövdeme doğru çektim. Bağırmaktan boğazım tahriş olmuştu, yutkunurken bile acıyordu. Güneş gökyüzünde siluetini bırakarak çekiliyordu. İşte şimdi en zor andı. Gece başlıyordu.
Çantamın içinden hırkamı çıkardım ve üzerime geçirdim. Gece demek soğuk demekti. Esen her rüzgârda ürperen tenim, içimde yanan korku ateşini de körüklüyordu.
Çantamı, kafamın altına yerleştirerek yastık olarak kullandım. Ellerimi bacaklarımın arasına yerleştirdim ve bacaklarımı kendime doğru çektim. Güneş artık tamamen görüş alanımdan çıkarken hava henüz o kadar kararmasa da bu hiç kararmayacağı anlamına gelmiyordu.
Gözlerimden dökülen sıcak damlalar, soğuğa meydan okusa da onlarda bir süre sonra soğuk havanın esiri olup yüzüme çarpan esintinin soğukluğunu şiddetlendiriyorlardı. Yalnız kalmak gerçekten kötüydü, hele ki böyle bir yerde.
Gözlerimi kapattım ve kollarımı bedenime doladım. Hava gittikçe kararırken kendime, beni bulacaklarını söyleyip durdum.
Zaman ilerliyordu, ama gece ortaya çıkan canlıların sesi dışında bir ses duymuyordum. Artık tamamen pes ederek kendimi uykuya doğru sürükledim. Ardından tiz bir ses kulağımı doldurdu. Ama bu beni rahatlatmaktan çok korkutmuştu. Ses sanki kulağımın dibinden geliyormuş gibiydi. O kadar ürpertici ve keskindi ki. Sesi duydukça kulaklarımı kapatma isteği ellerimi harekete geçirmişti. Küçükken annemin bana söylediği tekerlemeyi söyleyip duruyordu. Eskiden çok hoşuma giden tekerleme artık şiddetli bir şekilde ağlamama neden oluyordu. Altımda yatan toprağa girme isteğimi kuvvetlendiriyordu.
Az gittim uz gittim.
Dere tepe düz gittim.
Çayır çimen geçerek,
Lale sümbül biçerek,
Soğuk sular içerek,
Altı ayla bir güzde,
Bir arpa boyu yol gittim.
Kadının sesi artık kulağımın dibinden gelmiyordu. Kadın benmişim gibi ses içimden geliyordu. Gözyaşlarım daha diğerinin ıslaklığı kurumadan birbiri ardına sıralanırken gözlerimi araladım. Uzaktan karanlık bir siluet bana doğru geliyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
YENİDEN
Teen FictionHerkes için sancılı bir süreç olacaktı. Ama aşılamaz değildi. "Zülfü Livaneli'nin dediği gibi : Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey," dedim Zülfü Livaneli'den alıntı yaparak. Yüzünde samimiyetten tamamen uzak alaycı...