Birkaç gün sonra yine Gökhan Hoca'nın marjinal ders işleme planlarının kurbanıydık. Her şeyi anlarım da bir insan neden ormanda ders işlemek ister? Belki de hem cinsi olan ayıları görmek içindir.
"Beste artık şu çantanı hazırlar mısın?" Güneş'in tiz sesi odada yankılanıyordu.
"Gelmek istemiyorum gerçekten," dedim aldığım derin nefesi sesli bir şekilde dışarı vererek.
Gözlerini üstüme dikti. "Ama gelmek zorundasın hanımefendi." Elindeki V yaka ,zeytin yeşili tişörtü üzerime fırlattı.
"Sence siyah pantolon mu giymeliyim yoksa kot pantolon mu?" dedi ikisini de elinde tutarak.
"Hava durumu bugün 26 derece gösteriyor ama sen yanmak istiyorsan siyah pantolonu tercih edebilirsin," dedim çok bilmiş bir tavırla.
Duraksadım. "Ayrıca sen kime güzel görünmeye çalışıyorsun?" dedim tek kaşımı kaldırarak.
Beni duymazlıktan gelince, "Yoksa Rüzgar mı?" dedim battaniyenin içinden çıkarak.
"Saçmalama," dedi eline yastıkları alırken.
"Tamam, sakin ol. Sadece bir ihtimaldi," dedim ellerimi önüme siper ederek. Ardından gürültülü bir kahkaha patlattım.
Güneş, Gökhan Hoca'nın ani fikir değişimleri olduğunu bildiğini için kamp ihtimaline karşılık çanta hazırlıyordu. Bir şeylere hazırlıksız yakalanmak onun için kâbus gibi bir şeydi. Bana göreyse anı yaşadığım zaman keyif alıyordum. Tabii bunların sonuçları bazen kötü olabiliyordu. Ama önemli olan o an mutlu olmam ve başka hiçbir şeyi düşünmememdi.
"Hâlâ hazırlanmamışsın Beste!"
"Gelmeyeceğimi söylemiştim."
"Öyle bir ihtimal yok."
"Kendimi halsiz hissediyorum."
"Gökhan Hoca, ayağının eskisine göre oldukça iyi olduğunu biliyor. İstesen de kurtulamazsın."
İç çekerek elimi saçlarıma daldırdım ve artık bunların bir son bulmasını istedim. Her zaman inandığım şey monoton bir hayatın insanı daha çok yoracağıydı. Çünkü her gün aynı şeyleri yaşamak artık insanı bu hayattan bezdirirdi. Şimdi ise hayattaki iniş çıkışların insanı daha çok yıprattığını görüyorum. Daha doğrusu kobay olarak kullanılan kendim üzerinde bizzat şahit oluyordum.
"Artık Cihangir ve Çisem'den kaçmayı bırakman gerek," dedi yanağını dişlerinin arasına alırken.
"İkisinden de kaçtığım yok. Sadece... yüzlerini görmeye tahammülüm yok o kadar."
"Sence geçen gün aranızda bir tartışma geçtiğini Gökhan Hoca'ya anlatmış mıdır?"
"Bilmiyorum. Anlattıysa bile umursamıyorum," dedim tırnaklarımla uğraşırken.
"Gelmediğin üç gün boyunca meydanı ona bıraktın. Hiçbir şey ilerlettiği de yok farkında mısın? Hem Cihangir..."
"Daha fazla ikisinden bahsetmesek," dedim bunaldığımı belli eden bir ifadeyle.
"Tamam, geliyorum ama ikisiyle aynı ortamda bulunmaktan olabildiğince kaçınmak şartıyla," dedim işaret parmağımı ileri geri sallarken.
Başıyla onayladı, sevinçle ellerini çırptıktan sonra sırt çantasını takıp bahçeye çıktı. Ardından ben de çantama birkaç ıvır zıvır doldurup Vaşak'ın yemek kabını her ihtimale karşı gerektiğinden fazla doldurmuştum. Çantamı sırtıma alarak Güneş'in peşinden bahçeye çıktım.
Hava, hava durumunda da belirtildiği gibi sıcaktı. Elimdeki şapkayı kafama geçirdim ve çantamda yedek olarak bulundurduğumu çıkartarak Güneş'e uzattım.
"Beyninin kavurma olmasını istemeyiz, o bize lazım," dedim sarı saçlarını karıştırarak.
Uzattığım şapkayı takarken, "Gökhan Hoca'nın söylediği saate göre beş dakikaya kadar burada olmaları la... Hatta daha erken geldiler bile," dedi otobüs... ya da minibüs olarak tanımlayabileceğim bir araçla.
Araca bindiğimde içeriye her arabada bulunandan farklı bir koku hakimdi. Daha çok bahar kokusu serpilmek istenmiş gibiydi... Ama bayat bir bahar kokusuydu o ayrı.
En önde Hicran ve Su oturuyordu, sırayı Uğur ve Batu takip ediyordu. Onların arkalarındaki ikili koltuklar boştu. Cihangir'den en uzağa gitmek istediği açık ve netti. Uğur'un gözleri kısa bir süre üzerimde durduktan sonra tekrar camdan dışarıyı seyretmeye başladı.
En arkada dörtlü koltuklarda Cihangir, Rüzgar ve Çisem oturuyordu. Cihangir cam kenarına yerleşmişti, yanında çisem ve onun yanında da Rüzgar oturuyordu. Çisem yine Cihangir'e dönmüş bir şeyler anlatıyordu ama onun kulağında kulaklık vardı ve pek umursuyor gibi görünmüyordu. Kendini ne kadar küçük düşürüyor diye geçirdim aklımdan.
Güneş eliyle tam onların oturduğu yerin önünü işaret etti. Cam kenarına benim oturacağımı bildiğinden ilerlememi işaret ediyordu. Oturmam için kolaylık sağlasın diye sırtımdan çantamı çıkardım ve önüme alıp cam kenarına yerleştim.
Güneş yanıma yerleştikten sonra arkama yaslandım ve gözlerimle son kez aracın kirli tavanına bakarak kapadım. Yeni uyanmama rağmen tekrar uyuma fikri beni cezbetmişti ve yanına çağırıyordu. Kulaklığımı takıp uyumanın hayalini kurarken Güneş elini omzuma koydu ve beni sarsmaya başladı.
"Vaşak'ın mamasını koymayı unuttuk," dedi telaşla.
Mânâlı bir sesle mırıldandım: "Akşama döneceğimizi söylemiştin."
"Şey..." dedi dudağını ısırarak. "Gelmezsin diye söylemedim ama kampta var bu planın içinde."
"Tahmin etmiştim," dedim tek kaşımı kaldırarak. "Yoksa göç ediyor gibi hazırlanmanı normal karşılamazdım."
Dudaklarını büzdü ve bana onu affetmemi söyleyen bakışlar attı.
"Merak etme, ben koydum mamasını hem de fazlasıyla," dedim.
Sevinçle kollarını boynuma doladı ve teşekkür etti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
YENİDEN
Genç KurguHerkes için sancılı bir süreç olacaktı. Ama aşılamaz değildi. "Zülfü Livaneli'nin dediği gibi : Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey," dedim Zülfü Livaneli'den alıntı yaparak. Yüzünde samimiyetten tamamen uzak alaycı...