Zaman ağırlaşmış, sanki başka bir evrende başka bir bedendeymişim gibi bulunduğum yeri sahiplenmeye çalışıyordum. Etkisini yitirmeyen tek şey, üzerime çiselemeye devam eden yağmurdu. Havanın soğukluğu içime nüfuz etmiş, titreyerek dişlerimi birbirine vurmama neden oluyordu.
Bir kol, önce bacaklarımın altına daha sonra sırtıma yerleşmiş, beni uzandığım yerden ayırmıştı. Az önce belli belirsiz gördüğüm silüet, kendi hayal ürünümün bir parçası değilmiş.
Havaya kaldırdığında enseme yapışmış olan ıslak saçlarım, sallanmanın etkisiyle ensemden ayrılmış, ardından tekrar yapışmıştı. Ucunda biriken su damlaları sırtımdan aşağı süzülüyordu.
"Cihangir.." diye söylendim belirli belirsiz. Sesim kısılmış, boğazım da bir o kadar kurumuştu.
"Kıza kuru bir kıyafet getirin," diye bağırdı beni taşıyan her kimse. Sesi tok olmasına rağmen cümlenin sonuna doğru detone olmuş, sesi cırlıyor gibi çıkmıştı.
"Bu kim?" Bir kız sesiydi. Ama hiçbiri tanıdık gelmiyor, yabancıların arasında kalmıştım. Bilincim arada gelip gidiyordu.
"Çadırda üstünü değiştirin," dedi beni yumuşak bir zemine indirdiğinde.
Kendime gelebildiğimde gözüme ilk kestirdiğim şey masmavi çekik gözler olmuştu. Ardından dirseklerimin üzerinde doğruldum, ve çadırın içinde gözlerimi gezdirdim. Çadırda sadece o kız ve ben vardık. Telaşlandığımı hissettiğinde, "Ece," dedi. Sanki tanımamı bekliyormuş gibi değil de cevap vermemi bekliyormuş gibi bir ifade indirdi gözlerine. Elimi, tam kurumamış, nemli saçlarıma daldırdım ve, "Neredeyim?" dedim kaşlarımı çatarak.
"Ha," dedi benimle aynı hareketi yaparak. Saçları sarı, seyrek ve düz bir yapıya sahipti. "Bizim kamp alanımızdasın."
İkimizde tek kelime etmeyince sözüne devam etti: "Seni, Doğanay bulmuş. Buraya getirdi," dedi. Gözlerinde samimi bir ifade vardı ama ben yine de bulunduğum yeri fazlasıyla yadırgıyordum.
"Geleli ne kadar oldu?"
"Fazla olmadı," dedi ve ardından saatine baktı. "Sadece yarım saat."
"Diğer arkadaşlarımın yanına dönmem lazım. Beni çok merak etmişlerdir."
Dudaklarını sağ tarafta büzdü ve tırnaklarını saatinin üzerine birkaç kere vurdu.
"Şu an etraf çok karanlık bunun pek mümkün olduğunu sanmıyorum. Yine de abime soralım," dedi beni rahatlatmaya çalışarak. Ama bunun olmayacağının sinyalini zaten bana gözleriyle vermişti.
"Abi!" diye seslendi çadırdan kafasını çıkartıp. Ardından bir çadırın açılma sesini duydum ve bulunduğumuz yere doğru gelen ayak seslerini.
Göz rengi karanlıkta bile seçilebilecek kadar maviydi. Gözleri çadırın içinde geziniyor fakat gözlerimle asla buluşmuyordu.
"Bu kız arkadaşlarının yanına gitmek istiyor."
Bana döndü ve, "Nerede olduklarını biliyor musun?" dedi.
Gözlerimi, az önce heyecanla adının Ece olduğunu söyleyen kızdan ayırmadan iç geçirdim ve, "Hayır, bilmiyorum" dedim.
"Ama kamp alanlarından biri olduğunu biliyorum. Bir düzlük var ve o yolda ilerledikçe karşınıza bir yol ayrımı çıkıyor, ben düz olmayan yeşillik olan kısımdan ilerledim."
Anlatırken o kadar heyecanlanmıştım ki nefesim kesilmişti.
"Kamp alanı olarak geçen bir yer daha biliyorum," dedi. Eli sakalındaydı, parmağıyla onları bir yukarı kaldırıyor bir indiriyordu. "Ama orayı bu karanlıkta bulmam imkânsız."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
YENİDEN
Teen FictionHerkes için sancılı bir süreç olacaktı. Ama aşılamaz değildi. "Zülfü Livaneli'nin dediği gibi : Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey," dedim Zülfü Livaneli'den alıntı yaparak. Yüzünde samimiyetten tamamen uzak alaycı...