Her özel hikâyenin bir serimi, düğümü ve çözümü vardır. Bazılarında bu sıra yer değiştirmiş olabilir. Hatta bu sırayı değiştirme çabası, hikâyenin ana fikri olabilir. Benimkisi biraz öyle. O yüzden biraz tuhaf, biraz olağan dışı ama kesinlikle çok çarpıcı...
Haydi, buyurun! Yerlerinize geçip oturun ve kemerlerinizi bağlayın; çünkü rayından çıkmış baş döndürücü hikâyemi anlatacağım sizlere. Hayal gücünüzü hikâyemin film kamerası olarak kullanmama izin verin, lütfen. Amacım başrolünü benim üstlendiğim bu filme izleyiciler aramak değil; aksine şu an bile seyrini değiştirebileceğiniz kendi filminize seyirci kalmamanızı sağlamak... Çekimleri hâlâ devam etmekte olan kurgunuzun - evet, yalnızca size ait bir kurgudur bu- farkındalığını oluşturmak için buradayım.
Saygıdeğer yönetmenim, hazırsanız başlayalım.
Görebiliyor musunuz beni?
Ankara'nın İstanbul'u kıskanması sonucu mantar gibi türeyen milyonlarca plaza ve gökdelenlerin birini gözlerinizin önüne getirin... Çünkü tam olarak öyle bir yerdeyim. Burası, yurtdışı menşeli bir kozmetik firmasının Türkiye temsilciliği. Çalıştığım şirketin en üst katında -ki bu kat yöneticilere ait- son derece modern dizayn edilmiş toplantı odasına doğru ilerliyorum. Krem rengi topuklu ayakkabılarıyla, aşırı parlak mermerlerin üzerinde yürüyen o kişiyi görebildiniz mi?
Evet, o benim. Ve hayır, ben yöneticilerden değilim.
Yürüyüşüm bile beni ele veriyor, fark etmişsinizdir. Topuklu giymeye çok alışık olmadığımdan minik adımlar atıyorum, sol ayağım en az üç yerden su topladığına eminim. Sonra... Sürekli yukarı toplanan eteğimi çekiştirmekten kol kaslarımı geliştirmiştim. Zaten kalem eteklerle aram hep limoni olmuştur ya, bunlar hep ayrıntı... Asıl meselemize dönelim.
Koridorun sonundaki toplantı odasına giderken etrafı inceliyorum. Dört yıldır burada çalışmama rağmen bu kata üçüncü çıkışım falan olmalıydı... Şirketin geri kalan kısımlarından o kadar farklı ki, gözlerimden merakla karışık o şaşkınlık hissini okuyabilirsiniz. Yerdeki temizlikle parlayan mermerlerden kendi yansımamı bile görüyorum, inanılmaz değil mi?
Dört yıl önce üniversiteden mezun olduğumda buraya hemen kapak atabildiğim için kendimi şanslı sayardım.
Geçmiş zaman kullanıyorum, farkındaysanız...
Çünkü dört değil, on dört yılımı buraya vermiş gibi hissediyorum. Yıpratıcı çalışma saatleri mi dersiniz, dört yıldır hafta sonlarımın olmayışı mı dersiniz, laftan anlamayan ekip arkadaşları mı dersiniz... Aklınıza ne gelirse hepsini tecrübe etmiştim.
Ancak son yedi aydır bu Nazi kampına tahammül etmemin tek bir sebebi var:
Bugünkü toplantı sonrasında açıklanacak terfi...
Departmanımızın şefi Esra Hanım'ın yedi ay önce hamile olduğu haberi yayıldığında bu habere muhtemelen kendisinden daha çok sevinmiştim. Bebeğiyle beraber, benim için daha huzurlu bir iş umuduna gebe kalmıştı çünkü. Ne yazık ki, kadının pozisyonuna benim gibi pek çok kişi daha, insanlık dışı çalışma saatlerinden kaçmak istediği için göz koymuştu.
Sırtımı dikleştiriyorum, sonuçta kendine güvenen imajımdan sıyrılmamam ve etkileyici olmam lazım, değil mi?
Telefonumu çıkarıp saate bakıyorum.
08:37
Yirmi üç dakika sonra başlayacak toplantıda departmanın yeni şefi olarak ismimi duyurmaları olasılığı yüksekti, çünkü bu amaç uğruna son altı ay boyunca sınırlarımı zorlamıştım. En kuvvetli rakibim ise Burak Toksoy'du.
"Günaydın," diyor birisi arkamdan.
Topuklu ayakkabılarımın koridordaki yankısı kesiliyor, arkamı dönüyorum.
İti an ço-
İyi insan lafının üstüne gelirmiş.
"Burak Bey," diyerek gülümsüyorum. Rakibimi nezaketimle bitirmek niyetindeyim. "Günaydın. Nasılsınız?"
Adımlarını hızlandırıp bana yetişiyor. Yaklaştıkça onun da günü kıyafetlerini özenle seçerek özelleştirdiğini görebiliyorum. Siyah takım elbise, beyaz gömlek, siyah kravat... Dikkatli bakın, kravat iğnesi bile takmış!
"Daha iyi olmamıştım, Melis Hanım."
O pişkin gülümsemesinin solduğunu görmek için son yirmi üç dakika...
Beraber toplantı odasına yöneliyoruz. Sekreter bizi karşılıyor ve kapıyı bizler için açıp uzun toplantı masasındaki yerlerimizi gösteriyor. Ona teşekkür ediyoruz, nazik bir gülümsemeyle karşılık verip işine geri dönüyor. Kapıyı ardından kapattığı anda karşımda oturan Burak Toksoy hiç vakit kaybetmiyor, boşboğazlığını sanki sizlere de kanıtlamak istiyor.
"Sanırım," diyor emin olamamış gibi. Çenesini kaşıyor işaret parmağıyla. "Bugün bizim departmanın başına kimin geçeceğini açıklayacaklar."
Abartılı bir şekilde "Hadi canım!" dememek için son anda tutuyorum kendimi.
En sevecen sesimle "Mümkün," diyorum. "Esra Hanım, bu hafta doğum iznine ayrılıyor."
Gözlerini kısıyor Burak önce, iki dirseğini de masaya koyup bana doğru eğiliyor. Kalın kaşlarının altındaki küçük gözleri daha da küçük şimdi, bir nevi ürkütücü görünüyor.
"Kimi seçeceklerini düşünüyorsun?" diye soruyor avına atlamaya hazırlanırmış gibi.
Profesyonelliğimi koruduğum için bile bu terfi benim hakkım olmalı:
"Departmanımız için en uygun kişiyi seçtiklerinden eminim."
Kahkahayı basıyor.
"Ah, Melis Hanım! Daha çok gençsiniz. Çok saf..."
Kaşlarım refleks gibi çatılınca açıklamak istiyor.
"Terfi demek torpil demektir, Melis Hanım."
"Bu şirket, buna izin vermeyecek bir şirket..."
En azından ben buna inanmak istiyorum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
OPIA
FantasyHer özel hikâyenin bir serimi, düğümü ve çözümü vardır. Bazılarında bu sıra yer değiştirmiş olabilir. Hatta bu sırayı değiştirme çabası, hikâyenin ana fikri olabilir. Benimkisi biraz öyle. O yüzden biraz tuhaf, biraz olağan dışı ama kesinlikle çok ç...