Sabahın ilk ışıklarıyla beraber bir nehir kenarında tanışmıştım onunla. Lanet olasıca hayatın benimle son oyunlarını oynadığını düşündüğüm bir zamandı. Ha bu arada bahsetmemiştim değil mi? İnsanların kader adını verdikleri bir herif var dostum ve boşluktan işi gücü bırakıp yeryüzünde ne kadar pislik ve şerefsiz varsa hepsini bana postalıyor. Bu herifin bana ne zaman taktığını tam olarak bilmiyorum ama onun varlığını ilk hissettiğimde sanırım 8 yaşlarındaydım.
O zamanlar bir evim ve akşamları girebileceğim sıcak - hem de fazlasıyla sıcak- bir yatağım vardı. Hemen yanlış anlamayın hiçbir zaman o küçük zengin piçlerinden olup papyon gibi zırvalıklardan takan bir tip olmadım.
Karşı caddede oturan bir kız vardı. Bukle bukle sarımsı saçları ve her sabah annesinin narince saçına iliştirdiği pembe kurdalesiyle benim minik dünyamın pamuk prensesiydi. (Hımmm evet sanırım o zaman hayallerim de varmış.) Günün birinde beyaz bir at bulup onu arkama oturtacak ve buradan son sürat kaçıracaktım anlayacağınız. Elbette ki hikayedeki şu yedi cüce zırvalıklarından olmayacaktı bizim dünyamızda. Kim yedi tane ekstradan minik herif isterdi ki hayatında?
Bir gün evlerinin köşesindeki dondurmacıya girerken görmüştüm onu. Dedim ya bizimkisi biraz hanım evladıydı, ailesi sadece yakın diye oraya tek salardı. Hayallerimin pamuk prensesi ne de olsa, korunmalıydı, değil mi ama…
Abimin dün arkadaşına dediklerinden cesaret alıp karar vermiştim yanına oturmaya. Söylemesi ayıp kapı dinlemek gibi bir huyum vardı, her minik çocuğun yok mu ki zaten, hele de evde ergen bir abi faktörü varken.
İki külah dondurmayı kapıp ilişmiştim hemen yanına. En parlak gülümsememle birini uzatmıştım ve gülen yüzü çatılmıştı bir anda. Uzattığım dondurmayı bir şey demeden alıp en sevdiğim tshirtümün üzerine atmıştı ,buz gibi sözleriyle siyah gözlerini benimkilerine sabitleyerek. Kalbim ilk o zaman üşüyüp sıkışmıştı. Tabi o zamanlar küçük olduğumdan üzerine denk gelen dondurmanın soğukluğundan sanmıştım. Annemin bir hizmetçi olması ve babamın olmaması ona dondurma almama nasıl engel oluyordu ki anlamamıştım. İlk o zaman fark etmiştim insanların sevmediği ama pek değer verdikleri o kader adlı herifin beni hayata mağlup başlattığını…
Nerede kalmıştık, konuyu çok da dağıtmayalım? Evet onunla nasıl tanışıp hayatımın değiştiğinden bahsediyorduk…
O zamanlar içinde bulunduğum çöplüğün belli başlı iki kuralı vardı. İlk ve en önemli kural; kimseye güvenip de arkanı dönme, yoksa en iyi ihtimalle altındaki donu kaptırmakla kurtarırsın. İkinci kural ise biri sana yardım teklif ederse hiç bekleme ve kıçını tekmele. Bu alemde yardıma yer yoktu. Annesinin kucağından bile yardım görmemiş insanlar yaşardı –tabi buna yaşam denirse- burada. Birisi yardım amaçlı geliyorsa iki nedeni vardı kesin; ya senden arkasında bıraktığı pisliği temizlemeni istiyordur ya da pislikten yeni bir yol oluşturmanı.
Ben de hatayı tam olarak burada yapmıştım. Her oyunun bir kuralı vardı ve bu kurala uymadığın anlaşıldığında kendini kumar masasının ses yalıtımını sağlayan dalga olarak bulman kaçınılmazdı. Ben oyuna ihanet etmiştim ve bu iki kuralı onun gölgesini görmemle düşünmeden terk etmiştim…
Midemdeki garip ama alışkın olduğum sancı ve kafamdaki acı veren zonklamayla gözlerimi açtım. Elimi istemsizce başıma götürüp dün gece aldığım yarayı kontrol etmiştim. Kanaması görünüşe göre çoktan durmuş hafiften kabuk tutmaya başlamıştı bile. Ah o itleri bir elime geçirirsem! Bu deliğin beş katını kafalarına açıp kanlarıyla yıkanmalarını izleyeceğim diye söylendim yüksek sesle. Şanslıysam yerde tam bitmemiş sigara izmariti de bulurdum, tüttürmek manzaranın verdiği zevki arttırırdı kesinlikle.
Yavaşça uzandığım banktan kalkıp tıkınacak bir şeyler aramaya karar verdim. Böylece pek nazlı midemin çenesini birkaç saat kapanabilirdi.
Banktan kalkmamla başımın dönmesi dayanılmaz hale gelmişti ve kendimi soğuk zeminde bulmuştum. Kulaklarımda çalan çanları başkaları da duyuyor olsaydı tüm şehir uyanıp küfretmeye başlardı kuşkusuz. Bu halde kalkamayacağımı önceki deneyimlerimden zaten öğrenmiştim, şimdi kalkıp çabalamanın hiçbir faydası yoktu. Biraz yığıldığım yerde uzanıp kafamdaki orkestrayı dinledikten sonra görüş alanım açılacaktı nasılsa yavaş yavaş.
Ne kadar o şekilde beklemiştim bilmiyorum. Sonunda beynimdeki şef paydosu vermiş gözlerim tekrar yapması gereken görevi yerine getirmeye başlamıştı. Derin bir nefes alıp dirseklerimin de yardımıyla yerden kalkmaya çalışmıştım ki hemen önümdeki gölgeye takılmıştı gözlerim. Çok geçmeden de ayın son ışıltılarıyla parlayan rugan ayakkabılar girmişti görüşüme.
Bana uzatılan eli bir küfür savurarak uzaklaştırdım ve yerden aldığım destekle sendeleyerek ayağa kalktım. Şimdi tam karşımda duruyor ve delici bakışlarıyla gözlerimin içine bakıyordu. Benim tarafımdan reddedilen eli ise reddedilmişliği sindirememişçesine hala havada asılı bekliyordu. Kısa bir an anlamlandıramadığım bakışlarla beni süzdükten sonra ceketini süsleyen ipek mendili aldı ve aynı el tekrar bir beklentiyle bana uzandı…
- Bütün kuralları cehennemin dibine postalayıp oyunun tek hükümdarı olmak istemez miydin evlat?
Dipnot: Öhöm öhömmm... evvetttt hikayemize başlamış bulunmaktayız. Girişi yapmak büyük bir onurdur efenimmm :dil: neyse başlangıcı batırması benden devamı sizdenn :dil: aklımdan cinlikler yok değil ama bakalım diğer üçlüye göre her an her şey değişebilir malum ne yazcaklarını bilmiyorum :dil: yaa batırıcaz yaa sansasyon olacak hayırlısı laylaylayy Neyse lafı uzatmayım umarım beğenirsiniz şimdilik adios amigoss :dil:
~~azazel~~
ŞİMDİ OKUDUĞUN
DÖNÜM NOKTASI
Mystery / Thriller"Her kimliğe doğuştan yazılı tek uğraşıdır yalnızlık." der şair. İnsanlar doğuştan, bir şekilde yalnızlığa mahkum edilmiştir. İnsanın içinde bir yerdedir yalnızlık. Bulunamaz çıkarılamaz. Peki tedavisi yok mu bu hastalığın? Yine aynı şair şöyle veri...