“İspanya’ya gideceğim. Onu bulmak için… Bulup intikamımı almak için…”
Bunu söylediğimi dün gibi hatırlıyorum. Fakat bugün neredeyse yedi ay bitmiş.
Yedi ay önce ne yapacağım diye kara kara düşünürken aklıma deli bir fikir gelmişti. İster o anki heyecan deyin, ister denize düşen yılana sarılır. Ama işte bu fikir bir anda gelivermişti aklıma. Oysaki yıllarca dedemin Rum kökenli olmasından nefret etmiştim. Rumlara karşı bir ön yargım olduğundan değil, sakın yanlış anlamayın. Bunun için haklı sebeplerim vardı. Dedem sırf bu yüzden, annem bir Türk ile evlendi diye tek kızı olan annemi reddetmiş, bu da yetmezmiş gibi onlara elinden gelen her türlü eziyeti etmiş, hayatlarını zorlaştırmak için elinden geleni ardına koymamıştı. Aileme bunu yaptığı için onun torunu olmaktan hep utanmıştım. Fakat günün birinde bunun işime yarayabileceği aklımın ucundan bile geçmezdi. Dedem bir Rum’du ve her ne kadar dedemin yaptıkları yüzünden babam bunu hiç istememiş olsa da annemin ısrarları üzerine biz… Yani ablamla ikimiz çifte vatandaşlık elde etmiştik. Yani bir yandan da Avrupa Birliği vatandaşıydık ve Avrupa ülkeleri arasında vizesiz geçiş hakkına sahiptik.
Ablamın ışıldayan yüzü aklımda sönerken, onu bir daha hatırlayamayacağımdan korkarken bir anda düşüvermişti bu fikir aklıma. Aklıma düştüğü gibi de bir solukta anlatmıştım Ebru’ya. Başta karşı çıktı; fakat ne kadar kararlı olduğumu gördüğün ısrarlarıma daha fazla dayanamadı. Kuzeni Tarık’ı aradı ve hep beraber orada nasıl bir hayat kurabileceğim konusunda bir plan yaptık. Ardından da hemen ertesi gün üniversitenin değişim programına başvuruda bulunup iki yıllığına İspanya’ya gitmek istediğimi belirttim. Dilekçeme bir hafta içinde cevap geldi. Kabul edilmiştim! Evet, kabul edilmiştim! Artık beni buraya bağlayan hiçbir şey kalmamıştı.
Hava alanını arayıp İspanya’ya en yakın tarihe bir bilet aldım ve gidişim için tüm işlemleri hallettim. Ve artık burada yapmam gereken son bir şey vardı. Son ama en zor şey… Ada vapuruna son kez bindim ve hiçbir zaman kendimi ait hissetmediğim evime gittim. Dedem yine köşedeki koltuğunda oturmuş, adeta olacakları sezmiş gibi bugün her zaman olduğundan biraz daha fazla somurtuyordu. Yanına gidip lafı dolandırmadan her şeyi bir çırpıda anlattım ve ne düşündüğünü umursamadan gideceğimi söyledim. Hiçbir şey söylemedi. Kaskatı, öylece tepkisizce oturdu. Anlaşılan o ki umursamıyordu. Öyleyse arkama bakmama bile gerek yoktu. Hemen gidip eşyalarımı topladım, bir daha dönmeyeceğimi bilerek her şeyimi aldım.
Ama… Ama arkama bile bakmadan gidemedim. Dönüp ona son bir kez baktım. Yüzü ona gideceğimi söylediğim ilk dakikadaki gibi kaskatı duruyordu da gözleri… Gözlerinde bir acı vardı sanki, bir pişmanlık, bir yalnızlık. O an koşup ona sarılmak istedim. Hayatımda ilk defa ona sarılmak istedim. Sarılmak ve intikamımdan vazgeçip hayatta kalan tek yakınıma sığınmak… Fakat o, gözlerini benden kaçırdı ve bana arkasını döndü. Gidişim yüzünden beni de annem gibi reddetmişti ve bunu tek bir kelime söylemeden kolaylıkla anlatabilmişti. Bense yalnızlığa o kadar alışmıştım ki bunu hiç yadırgamadım. Burada kalan hayatıma arkamı dönüp konağın tahta merdivenlerinde aşağıya… Yeni hayatıma doğru bir adım attım.
Ve şimdi o günün üzerinden yedi ay geçmişti. Geçen yedi ay içinde İspanya’ya gelmiş, yerleşmiş, düzenimi kurmuş, o pisliğin yerini öğrenmiştim bile. Şimdi çıkışını bekliyordum. Onunla tanışabilmek ve hayatına girebilmek için bir planım vardı. Ve öyle karmaşık bir planda değildi. Plan basitti. O her Salı olduğu gibi saat üçte lüks arabasıyla plazasından çıkacak ve her ne cehenneme gidecekse oraya gidecekti. Genelde yalnız olurdu. Geceleri İspanya’nın yer altında en karanlık işler içinde olabilirdi; fakat gündüzleri saygın bir iş adamıydı. Herkes ne işler içinde olduğunu bilse de o böyle saygınlık pozları kesmeye devam ediyordu. Kazandığı kara parayı böyle aklıyordu. İnsanları aptal yerine koyuyordu.
Tam bu sırada otoparkın kapısında beklenen siyah camlı BMW İ8 belirdi. Hiçbir zaman saati sektirmezdi, çok dakikti. Onu görünce nefesimin kesildiğini hissettim. Yapacağım bu şey tam bir delilikti. Deliliğin alasıydı. Fakat yapmalıydım. O ablamdan ışığını almıştı. Bense ondan önce aklını, sonra kalbini, en son olarak da yaşama sevincini alacaktım. Ablama yaptığının binlerce katını yapacak, hayatının ışığını alacaktım ondan. Sakın o zaten karanlık bir dünyada yaşıyor, demeyin. Çünkü her erkeğin bir kadına zaafı vardır ve bu zaaf onları yok eder. Tarih boyunca yaşamış kralları düşünün. Onların çıkardığı çoğu savaşın sebebi de kadınlar değil miydi? Bir kadına zaafları olduğu için düşünmeden hareket edip kendilerini mahvetmemişler miydi? O zaman neden ben onun zaafı olmayaydım ki? Elbette olacaktım. Onun hayatına girecek ve onu mahvedecektim. Kendi hayatım pahasına bile olsa…
Telaşla üzerimi düzeltip son bir kez aynaya baktım. Güzel göründüğümden emin olduktan hemen sonra çıktım saklandığım ağacın ardından. Ve sanki hiçbir şeyin farkında değilmişim gibi, görmemişim gibi attım kendimi hızla gelen arabanın önüne. Hiçbir şey düşünmeden…
Ben, tam bana çarpacakken aniden durup gelip iyi olduğumu kontrol etmesini dilerken… Acı bir fren sesi duymayı beklerken… Hiç beklemediğim bir şey oldu. Yola adımımı attığım sırada kolumda bir gerginlik hissettim. Biri hızlıca kolumdan çekti. Kendi etrafımda bir kere dönüp dengemi kaybettim. Aynı anda beni çeken o el düşmek üzereyken beni havada yakaladı. Başımı kaldırıp ona baktığımda ise beni azarladı.
—Ne yaptığını sanıyorsun! Aptal mısın, nesin! Arabayı görmedin mi! Neden sağına soluna bakmıyorsun!
O an içime öyle bir öfke doldu ki anlatamam. Yaptığıyla hayatımı kurtardığını düşünen bu yabancıya, aylarca hatta yıllarca uğraşıp kurduğum ve sonunda uygulamaya koyduğum planımı alt üst ettiği için öyle bir öfkelendim ki onu o an orada öldürebilirdim. Bu takım elbiseli, berduş kılıklı herif planımı mahvetmişti! “Takım elbise giymiş bir adam nasıl berduş olabilir?” diye sorabilirsiniz. Ama… Ama onu görseydiniz böyle düşünmezdiniz. Gömleğinin yakası ayrı taraftaydı pantolonun içinde olması gereken etekleri ayrı tarafta. Kravatı ceketinin cebinden sarkıyordu. Saçı başı darmadumandı. Sanki şu plazadan çıkmıştı ama bu haliyle hiç de oraya ait değildi. Neyse ne işte! Bu adam her kimse planımı mahvetmişti. Kendime daha fazla engel olamadım.
—Sen! Sen ne yaptığını sanıyorsun! Nasıl böyle bir şey yaparsın?
Şaşkın gözlerle bana bakıp kaşlarını çattı.
—Ne yapacağım aptal? Hayatını kurtardım! Kendini arabanın önüne attın. Hâlâ farkında değil misin?
Ona kızgın bir bakış atıp bağırdım.
—Kim sana beni kurtar dedi?
Bu söylediğime daha çok şaşırmıştı.
—Kendini bilerek mi yola attın yani?
Hâlâ öfkeme engel olamayıp bağırıyordum.
—Sana ne! Seni hiç ilgilendirmez!
Bunun üzerine o da bana kızgın bir bakış atıp bağırdı.
—Ne halin varsa gör aptal!
Hızla arkasını dönüp gitti. Bense aylarca gerçekleştirebilmek için uğraştığım planım elimde patlamış halde öylece arkasından bakakaldım.
Yazarın notu: Arkadaşlar geçen çarşamba yayın yapmam gerekiyordu; fakat yetiştiremedim ve arkadaşlarıma kendimi affettirmek için iki bölüm arka arkaya yayınlıyorum. Herkese saygılar. Umarım oyunumu beğenirsiniz. (Bu arada hikayenin gidişatına göre tanıtımı biraz değiştirmek durumunda kaldım. Malum üç kişi yazıyoruz ve önceden nereye gideceğini bilmeden çala kalem bir tanıtım yazmıştım. Şimdi daha bir uygun oldu sanırım. Değişiklik için lütfen kusura bakmayın.)
~~Snowflake~~
ŞİMDİ OKUDUĞUN
DÖNÜM NOKTASI
Mystery / Thriller"Her kimliğe doğuştan yazılı tek uğraşıdır yalnızlık." der şair. İnsanlar doğuştan, bir şekilde yalnızlığa mahkum edilmiştir. İnsanın içinde bir yerdedir yalnızlık. Bulunamaz çıkarılamaz. Peki tedavisi yok mu bu hastalığın? Yine aynı şair şöyle veri...