○GİRİŞ

445 43 26
                                    

Hissedemediği elleriyle silahını tutmaya devam ediyordu. Tamamen uyuşmuş bir haldeydi. Dağın zirvesine çok yakın olan bir yerde, buzların üzerinde uzanmış duruyordu.

"Bekleyenin var mı?" dedi komutanı kendisine.

"Sadece annem." dedi asker. Ne bir kardeşi, ne de bir babası vardı. Üniversiteden mezun olmuştu ama parası olmadığı için bedelli askerlik yapamamıştı. Doğuya geleceğini annesine söylemesi yedi gecesini almıştı ondan. Sonunda birkaç ay evde olmayacağını, kendisini tatile gitmiş gibi düşünmesini istemişti. İki gün önce de her şeyin yolunda olduğunu söyleyerek onu rahatlatmaya çalışmıştı ama kendi bölgelerinden giden şehit haberlerini duydukça annesini elhamlandığının farkındaydı.

"Yetmez mi?" dedi komutanı.

"Artar bile komutanım."

Ellerinde kalan sadece yirmi kurşundu. Hepsi isabet ederse alabilecekleri yirmi candı ama yetmezdi. Karanlık iki saate kalmaz çökecekti ve hava karlı olduğu için helikopterler kalkamıyordu. Yardımın gelmeyeceğini, gelse bile çok geç olacağını hissediyordu. Ve nedense komutanı onu rahatlatacak hiçbir şey söylemiyordu.

"Sizin, komutanım?" diye sordu. Sesi titrek çıkmıştı. Gözlerinin önünde annesi canlandıkça, onunla yaşadıklarını düşündükçedurum daha kötü bir hal alıyordu. Oğlunun şehitlik haberini duyduğunda atacağı çığlığı duymuş gibi hissetti. Kalbindeki o feryadı en içinde hissetti.

"Annem, babam, abim... Babam başkasıyla evlendi, kendi çocuklarıyla yaşıyor. Umursar mı diye sorarsan, bilmiyorum."

Asker sessizce gözlerine baktı komutanın. Kimsenin hayatı kolay değildi belki ama bazı durumlar vardı ki... O durumlar nefes almaya devam edebilmek dışındaki diğer her şeyi önemsiz kılıyordu.

Silah sesleri yaklaşık bir dakika kesildi. Kurtulmuş olma düşüncesi ikisinin zihninde de belirmemişti bile. Yalnızca onlar kalmıştı. Bir ihbar üzerine beş kişi çıkıp gelmişlerdi ama şimdi yalnızca ikisi vardı. Bakışları biraz olsun sağa kayarsa kendilerine her gün türkü söylediği için he bağırdıkları Yiğit'i, biraz daha sağa kayarsa gofretlerin tadını beğenmediği için sürekli söylenen Ercan'ı, biraz olsun ileriye bakarlarsa hiçbir zaman soru sorulmadığı sürece konuşmayan Berkay'ın şehit bedenlerini göreceklerdi. 

Asker gözünü silahından ayırmıyordu, komutanı da şehitlerinin kanlarına bulanan elinden.

"Sevdiğin yok mu?" dedi komutanı. Durumu daha çekilebilir hale getirmeye çalışıyordu. Askerin korktuğunu biliyordu. Kendisi de korkuyordu, buna şüphe yoktu ama komutandı o. Bir ordu bir savaşı kazanırsa da komutan sayesinde, kaybederse de komutan yüzündendi. Anahtar oydu. Ve koskoca bir ordu da kilitti. Yanındaki adama bakınca da anlıyordu ki, onun ordusu sadece bir adamdı. Sadece bir askerdi.

Asker komutanın sorusuna var ya da yok diyemedi. "O benim türküme nakarat olduktan sonra gitti." dedi sadece. İyiki de gitti, diye düşündü. Onu yıllardır severdi ama ilk kez böyle düşünebilmişti. Şimdi öylece arkasında onu bırakmayı isteyememişti.

"Üzülsem mi, sevinsem mi bilemedim."

Yaslandıkları kayanın hemen üzerine isabet eden kurşun ikisine de fazla alışık geldi. Kıpırdamadan durmaya devam ettiler. Karşı taraf onların fazla dayanamayacağını düşünüyordu, onlar da bir mucize olmasını umut ediyordu. Ama her kurşunda biraz daha tedirgin oluyor, biraz daha korkuyorlardı. 

Ecelin kokusu kendilerine saniye saniye yaklaşırken dünya tamamen farklı bir boyut kazanıyordu. Geçmişte yaptıkları bazı şeyler o kadar saçma geliyordu ki, keşkeler zihinlerinde sıralanıyordu. Ettikleri kavgalar saçmaydı, kusurlarla dalga geçişleri hatalıydı, düşünüp de yapmadıkları şeyler çok anlamsızdı.

"Ama senin adın çok duyulur." dedi komutan. "Kısa devreden pek fazla şehit haberi çıkmaz."

Asker, "Duyulsa ne olur ki komutanım?" dedikten sonra sesi kısıldı. "Beni bir annem unutmaz. Bana bir annem ağlar."

Tamamen kesilen silah seslerinin ardından "Hakkını helal et." dedi komutan. Askerin kaşları çatıldı ama titreyen bedeni silahını sıkıca kavrarken "Helal olsun komutanım." demeyi başardı. 

"Benim hakkım da helal olsun aslanım. Bu devlet sizi unutabilir ama bu vatan da, bu vatanın gerçek evlatları da sizi, beni, bizi ve bizim gibi nicelerini unutmayacak."

Asker hızlanan kal atışıyla derin derin nefesler aldı. Komutan ise korkusunu belli etmemek için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Şehit olmak sorun değildi. Şehit olmak için bu göreve gelmemiş miydi? Vatanı için değil kendini, kendinden önemli olanı bile feda ederdi. 

Sonra farklı bir ses duydular. Beklediklerinin aksine erkek değildi, bir kadındı. Ve bu kadının yaydığı o enerjiyi ikisi de iliklerine kadar hissetmişti. 

"Silahlarınızı bırakıp ellerinizi kaldırın. Aksi takdirde ikinizi de yaşatırım."

Asker titrek bir bakışla komutanına baktığında gelen emri uygulamak için hazır olmadığını hissetti. İkisi de uçsuz bucaksız bir okyanusta kıyıya ulaşmak için kulaç atmak gibiydi. 

Ve sanki ölümden kaçmak, o okyanusta maviden kaçmak gibiydi. 

"Bırak silahını ve ayağa kalk." dedi komutanı. 

Asker itiraz edecek gibi olsa da sesi çıkmadı ama komutanı anlamıştı onu. Yaşayacakları eziyetler zihninde çoktan canlanmıştı bile. 

"Benim görevim vatanı korumak." dedi komutanı. "Vatan güvende, Türklerin elinde, bizim elimizde. O yüzden şimdiki görevim seni yaşatmak. Ayağa kalk ve silahını bırak asker. Onlar ne derse, kendi canını kurtarmak uğruna yap. Unutma, ben hala senin komutanınım ve bu da sana komutanından gelen bir emirdir." 

Asker silahını bırakırken komutanının gözlerine baktı. "Emredersiniz komutanım!" 

Yorum bırakmayı unutmayınız. Görüşleriniz önemli :)

KARABARUTHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin