Varlığım tek bir saniyede dama atılıyordu anılarım tarafından. Nefes almam kimin umurundaydı ki, her bir acı kabuk bağladıktan sonra yaraların izleri fark etmiyordu. Alınan nefesin değeri, onu geri vereceğin zamana kadar kutsaldı. Sonrası ölümün çanını susturan bir hareketten fazlası değil. Ruhuna damgalı bir çiziğin üzerine atılan başka bir çizik, bir öncekinin sonu olurdu ve hafızalardan silinirdi. İşte bu yüzden, her acı bir gün unutulmaya mahkum olurdu.
Bu bir kalbin yarası için geçerli olurken paramparça olan bir can için neden aynı şeyi söyleyemiyordum? Etrafa saçılmadan önce aldığın yaralar unutulurdu belki, peki ya kaybettiğin parçaların?
Göz kapaklarımın titrediğini hissediyordum ama açamıyordum. Bir kitabın çevrilen sayfalarından çıkan o ses, bir rüzgarın esintisine eşlik ettiğinde, tahta bir kapının gıcırtısı sızdı kulağıma. O anda, geçmişin sayfalarının yere düştüğünü ve kapıyı açan rüzgarın, anılarımı davet eden bir riyakar olduğunu anladım.
Karanlık, bir sona ulaşıyordu. Bir tünelin sonuna değen parmak uçlarım, geçmişime açılan kapının ardına geçtiğini fark etmeden kayboldu zamanda. Karanlığın üzerine bir ay doğdu ve rüzgar sustu; kapı açıldı, sayfaların mürekkebi zemine aktı. Geçmiş gözlerimin içine baktı.
İşte oradaydım. 10 yaşında, kendi odamda, tek başıma camın karşısında oturmuş, gözlerim kapalı bir şekilde müzik dinliyordum. Belki de acının değmediği tek bir anıyı aralamıştı o kapı. Dolunay yüzüme vuruyordu, müzik kulaklarımda çınlıyor ama ne hissedebiliyor, ne duyabiliyordum. Geçmişin yansımasını buğulu bir aynanın arkasından izlemek dışında hiçbir şey yapamıyordum.
Müzik sesine tezat, gecenin sessizliğini kamçılayan bir gürültü duyuldu. Odasında kendi başına müzik dinleyen kız, kulaklarındaki kulaklığı çıkartıp kafasını, kapalı olan kapıya çevirdi. Elimi kalbimin üzerine koydum, korkusunu hissedebiliyordum. Geçmiş, damarlarımda soluklanıyordu.
Müzik çalarını bir kenara koydu ve yavaş adımlarla kapıya doğru ilerledi. Kapıyı açıp bir süre sessizliği dinledi, belki içeriden bir ses gelir diye. Tam kapıyı kapatıp yerine geçecekken öksürme sesi duydu ve gözleri fal taşı gibi açıldı.
Evde tamamen yalnız olması gerekiyordu. Bilgisayar mühendisi olan babası, gece arkadaşları ile dışarıda kalacak, sabaha anca gelecekti. Annesi ve kardeşi Burak ise, hastalanan teyzesi için onların evinde kalmayı tercih etmişlerdi.
Küçük kızın ne düşündüğünü biliyordum. Ne hissettiğini, ne olduğunu ve ne olacağını biliyordum. Bunu bilmek ürkütücüydü. Belki de bu yüzden hiç kimse geleceğini bilemezdi. Zamanın, zihinlerindeki düşüncelere kelepçe takmaması ve duyguların, korkunun pençesinde ölüme kurban gitmemesi için.
Kız kapıyı araladı ve odasından çıkarak yavaş adımlarla salona doğru ilerledi. Merdivenlerin başına geldiğinde bir kez daha durup dinledi ama bu kez hiçbir ses duyamadı. Olan her şeyi, bir yabancı gözü ile izliyordum. Tanrı, küçük bir kızın perdesini aralarken parmaklarını oynatmaya başladı ve kader, ezbere bildiği repliğini fısıldadı.
Kız, son bir seçimi ile bütün kontrolleri Tanrı'ya, Tanrı'da bütün rolü kadere teslim etti. Salona doğru ilerledi ve sesin nereden geldiğine baktı. Salonun tam ortasında, yüzü gözükmeyen bir adam ayakta, dengesizce duruyordu. Kız tam sessizce geri çekilecekken adamın yüzüne yansıyan dolunay ışığı ile kim olduğunu anladı.
"Baba?"
Adamın gözleri, ölüm yavaşlığı ile birkaç yıl önce evlatlık edindiği kızına kaydı. Ne kadarda güzel gözüküyordu onun gözünde, hele sarhoş bir zihnin kontrolü, buğulu bir okyanusta kayıpsa. Vücudum titredi ama yüzümdeki tebessüme engel olamadım. Belki de bende varlığıma olan inancımı yitiriyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
LİLİUM
FantasiaGece kadar karanlık gözler, yıldızların günahlarından yaratılmış irisler. Zed Decrus... Bu onun adıydı, kanlı sözcüklerle kazınmış bir isim. Bu... İnine indiğim şeytanın adıydı. Cehenneme hükmedebilen tek kişi, Tanrı'ya meydan okuyan tek Tanrı. ...