Biliyorum çok uzun zamandır bölüm yayınlayamıyordum ama bildiğiniz gibi Nefha'nın düzenlemeleri ile uğraşıyordum. Bundan sonra bölümlerin gecikeceğini sanmıyorum çünkü Lilium'a yoğunlaşmak istiyorum.
İyi okumalar dilemeden önce son bir hatırlatma yapmak istiyorum. Bu bölümde ve bu kitapta geçen her şey, hayal ürünümdür. Dinsel içerikli herhangi bir şey de buna dahildir.
İyi okumalar dilerim.
Aylar, belki de yıllar öncesine dayanan bir günde, Ceyhun ile birlikte salondaki koltukta yan yana uzanmıştık. Ben, sırtımı onun göğsüne yaslayıp bacaklarının arasında oturuyordum, o da arkamda, arada sırada omzumu ya da saçımı okşuyordu. Televizyonda rastgele bir film açıktı. Şimdilierde hangi film olduğunu bile hatırlamıyorum ama filmin, fazlasıyla can yakıcı olduğunu biliyorum. İçinde bulunan karakterler, o kadar acı çekmişlerdi ki, dayanamayıp Ceyhun'a sormuştum.
"Bir kişi onca acıyı ruhunda nasıl taşıyabilir?"
"Alışarak." Sırtımı, Ceyhun'un göğsünden çekip yüzümü ona çevirmiştim ve o da gözlerimin içine bakarak devam etmişti. "Spor yaptığını düşün; hiç durmadan, vücudunun sınırlarını zorlayarak koştuğunu. Bir yerden sonra, bir acı seviyesinden sonra bacakların daha fazla acıtmaz. Uyuşmaya, karıncalanmaya başlar ama daha fazla acıtmaz. Onun gibi, kalp de aldığı darbelerden sonra alışır. Acımaya devam eder belki ama daha yukarısına çıkmaz."
"Ama bir insan sonsuza kadar koşamaz. Elbet en sonunda düşer," dediğimde bir an gözlerimi onun gözlerinden kaçıracak gibi olmuştum. O günü kesiksiz bir şekilde hatırlıyorum ve Ceyhun'un söylediği son cümle, dudaklarıma kilit vurup sırtımı tekrar onun göğsüne yaslamama neden olmuştu.
"İnsan da sonsuza kadar yaşamaz. Elbet en sonunda ölüm, onu bulur."
Ölümü yaşıyordum. Bulunduğum, bana hapishane gibi gelen evde ölümü yaşıyordum. Sorun evde değil, evin içindeki şeytanlardı. Hayatıma, çürük etten duvarlar çekiyor, parçalanan ruhum, cehennemden gelen kemiklerin yanına düşüyordu sanki.
Merlis, sağ tarafımda, yerde hiçbir tepki vermeden yatarken ben, sırtımı duvara vermiş, yere çökmüş bir şekilde boşluğa bakıyordum. Yavaş yavaş yok oluyordum sanki. Bir mumun tepesine asılı bir kağıt parçası gibiydim. Ayaklarımdan başlayarak yavaş yavaş yanıyor, canımın acısı bana cehennemin toprağını bahşediyordu.
Adamın evi terk edişinin ardından ne kadar zaman geçti, hiçbir fikrim yok. Belki saatler oldu, belki dakikalar, belki de sadece saniyeler. Ayağa kalkıp Merlis'e yardım etmek istiyordum ama karanlık bir labirentte, kendimi bile bulamadığım bir zihinde, nefessiz bir şekilde kendi hayatımı kazıyordum. Sanki dün burada değildim, şu an burada değilim ve yarın burada olmayacağım.
"Güneş!" Dış kapının çok gerisinden gelen bu ses, endişe ile çıkan Zed Decrus'un sesiydi.
Zed Decrus...
Bu isim zihnimde yankılandığında istemsizce elimi yumruk yaptım ama sıkacak gücü kendimde bulamadım. Vücudumun acıdan titrediğini fark edebiliyordum ama hissetmiyordum. Bilincini kaybetmek bu muydu? Şimdi sorsalar, adımı bile söyleyemeyecek gibiyim.
Dış kapı gürültülü bir şekilde duvara çarptığında, geldiklerini anladım ve birkaç saniyelik bir sessizlik çöktü. Onlara bakmasam da bana ve Merlis'e şaşkınlıkla baktıklarını biliyordum. Şayl, "Me..." diye konuşmaya başlamış olsa da devamını getiremedi ve adım sesleri, yavaşça sağ tarafa doğru ilerledi.
"Mer..." Sesi deli gibi titriyordu. "Merlis? Merlis uyan. Merlis!"
"Burada ne oldu böyle?" diye kendi kendine soran kişi Zera'ydı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
LİLİUM
FantasyGece kadar karanlık gözler, yıldızların günahlarından yaratılmış irisler. Zed Decrus... Bu onun adıydı, kanlı sözcüklerle kazınmış bir isim. Bu... İnine indiğim şeytanın adıydı. Cehenneme hükmedebilen tek kişi, Tanrı'ya meydan okuyan tek Tanrı. ...