Bütün kumandanlar, komutanlar, erler herkes dut gibi sarhoştu. Türklerin önünde duran adam elinde yanmakta olan büyük bir meşale tutuyordu. Sesi ölüm çığırtkanlarını andırıyordu:
-"Şehre hoşgeldin Azrail."
...
Hastanenin içi yaralılarla doluydu, hekimler, hemşireler hatta yardıma gelmiş bir kaç gönüllü de büyük bir koşuşturma içindeydi. Hilal sanki o cehennem dakikalarına şahit olmamışçasına büyük bir soğuk kanlılıkla hareket ediyordu. Yaptıkları doğru olmayabilirdi lakin savaş doğruları silip atan bir kılıçtı. İnsaniyet bu kılıcın açtığı yaralardan damlayan kanda gösteriyordu kendini.
Elindeki pansuman malzemeleriyle beraber derin bir nefes alarak odaya daldı. Ayşe Hemşire özel olarak kendisinin çağrıldığını söylemişti. Kendisini çağırtanın Leon olduğu aşikardı lakin yine de heyecana kapılıyordu aciz bedeni.
Onunla oynadığı bu satranç tahtasındaki hamleleri ona dayanılmaz bir zevk ve acı veriyordu. Bir düşman ancak yeterince zekiyse size dünyevi zevklerin ötesinde bir heyecan verir karşısındakine derken ne kadar haklı olduğunu görüyordu Tolstoy'un. Attığı her hamle sanki heyecan denizlerine sürüklüyordu bedenini.
Kapıyı ardına kadar açtığında bu heyecandan çok daha farklı bir his etkisi altına almıştı bu defa bedenini. Bütün vücudu titrerken, pansuman için getirdiği şişe de bedeninin bir yansıması gibi titremeye başlamıştı. Gözleri ürkek bir serçe kuşu gibi bulmuştu onun gözlerini.
Yüzünde çapkın bir gülümseme peydah olmuştu çoktan, gözleri baştan aşağıya süzmüştü beyaz elbisedeki halini ve yeniden meydan okurcasına buluşmuştu mavi gözlerle. Bir kaç korkak adım atarak yaklaştı Hilal onun bedeninin yaydığı sıcaklığa. Çıplak tenininden yayılan koku ve sıcaklık odayı dolaşıyordu, bir şarap gibi sarhoş ediyordu Hilal'i. Baküs'ün şarabının bile böyle sarhoş etmeyeceğine yemin edebilirdi o saniye.
Elleri sargısına gitmeden önce tekrardan birleştirdi gözlerini onun kızıl bakışlarıyla:
-"Neden çağırdın beni ?"
Leon'un sesindeki sertlik yanıtladı onu, her zamanki sıcaklığından eser yoktu şimdi. Yine de tenine çarpan nefeslerini hissederken kendi nefesinin ellerinden kaybolduğunu hissediyordu:
-"Yunan konağını ateşe vermenle aynı sebepten."
Sargının açıkta bıraktığı teninde dolaşırken eli parmaklarının ucunda küçük fırtınalar kopuyordu:
-"Yoksa sizde beni mi yok etmek istiyorsunuz ?"
Kafasını kaldırdığı an gözleri gözleri yerine dudaklarını buldu. Ne ara bu kadar yaklaşmıştı ona:
-"İzmir'e neden Smyrna demişler bilir misiniz hemşire ?"
Konuşacak gibi olan dudaklarını Leon'un sesi durdurdu yeniden:
-"Smyrna, amazon kadınlarından biridir esasen. Sağ göğsü yay kullanabilsin diye daha ufakken kesilmiş mızraklı, kalkanlı kadınlardandır. Pagos'tan İzmir'e gelir ve buraya yerleşme kararı alarak şehre kendi ismini verir. Savaşçıdır Smyrna, önünde kimse duramaz. Senin gibi yani..."
Son sözü söylerken nefesi bütün boynunu ele geçirmişti, Hilal yavaşça sargının bulunduğu yere elindeki kan rengi sıvıyı sürerken Leon anlatmaya devam etti efsaneyi:
-"Bu efsanelerden yalnızca biri. Bir diğer efsaneye göre de İzmir yöresinde yaşayan Elekti isimli kavim bir gün amazonlarla savaşır ve sonunda yenerler. Kralları These de amazonların önderi Smyrna ile evlenip kente onun adını verir. Yani anlayacağın birinde kudretli, tek başına durabilen kadındır Smyrna; diğerinde esir düşmek durumunda kalan Smyrna..."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hain
Fanfictionİki kalp, iki düşman... Gece ve Gündüz. Ay ve Güneş. Peki ya her şey farklı olsaydı ?